havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

SANAT, POLİTİKA ve POLİTİKLEŞMİŞ AHLAK ÜZERİNE!...

2718
2012 ilkbaharı, sanat üzerine yoğun tartışmaların yaşandığı bir mevsim olarak geçti.
 
Yapılan tartışmaların ana çizgisi muhafazakar sanat/muhafazakarların sanatı olur mu, olmaz mı ile modernizm-muhafazakarlık karşılaştırmaları üzerinden şekillendi.
 
Muhafazakarlığın yalnızca AKP ve onun hükümetini içerecek bir darlığa indirgenmiş olması, ilk göze çarpan eksiklik olarak altı çizilecek bir belirleme olabilir.
 
Ve yine, ve yalnızca muhafazakarlık kavramını, dini inançlarla ve esas olarak onun üzerinden şekillenen ahlaki değerlerle sınırlayan, sanat tartışmalarını bu dar çerçeveye hapseden; olanaklı olanla olanaksız olanı buradan üreten bir tartışma zemini, politikanın sanatla olan ilişkisinin toplumsal ve tarihsel bağlantısını ikincilleyen bir sonuca götürme tehlikesini içeriyor olmasıdır.
 
Kuşkusuz ki muhafazakar sanat/muhafazakarların sanatı üzerine yapılan tartışmaların, ileri sürülen tezlerin ve görüşlerin, bugün, şimdi yapılıyor olmasının özel, güncel, politik bir anlamı yok değildir!…
Ancak, tartışmayı modernizm-muhafazakarlık ekseninde ve bu iki genel çerçevenin (modernizm-muhafazakarlık) bilinen normları üzerinden yapmak, çitleri buradan çekmek, sanatı piyasalaştıran modernizmin ve yine sanatı dinsel-ahlaki motiflerle bezeyip ve yine aynı piyasalaştırmanın ortasına salıvermek, muhafazakarlığa karşı çıkıyorum tez ve gerekçeleri ile burjuva liberalizminin sanat anlayışını ve burjuva demokratizminin sanat alanını ele geçirip ticarileştiren ideolojisini ve politikalarını arkadan dolanarak, kutsamaya götürür.
 
Modernizmin genel olarak sanatı, özel olarak sanat eserini piyasaya hapseden/hapsetmek isteyen muhafazakarlığı ile dinsel muhafazakarlığın ve onun geleneksel ahlakının ve hatta bunun üzerinden yükselen politikleşmiş ahlakının; sanatı yedekleyip terbiye ederek, arka kapıdan yine aynı piyasanın bir unsuru olarak, yeniden üretiyor görünmesi, yeni bir şey sunuyor, söylüyor görünmesi, yüzeysel retorik, egemen politikanın güncellenmiş bir manevrası olarak değerlendirilebilir.
 
Özellikle çağımızda; tekelci sermayenin siyasi eğilimi olan “siyasi gericiliği” ve gittiği, ulaştığı, kapsadığı her yere ve her alana bu eğilimini(siyasi gericiliği) bulaştırdığı, öteki tüm siyasi gericiliklerle ve onun özel bir ifadesi olarak ele alınabilecek muhafazakarlık ve bu muhafazakarlığın sınıfsal, sosyal, toplumsal dayanakları, güçleri ile ittifak kurmasını ve onu yaşatma çabasını göz ardı eden bir tartışma zemini; muhafazakarlıktan kaçarken, piyasacılığa yakalanma tehlikesi ile “eleştiriciyi” ve sanatı karşı karşıya bırakabilir.
 
Ve hatta günümüzde muhafazakarlık olarak ifade edilen, tanımlanan tüm ilişki, kurum ve normların, piyasacılığın ve genel sermaye düzeninin uyumlu, terbiyeli bir yol arkadaşı olduğu gerçeğini perdelemeye hizmet edebilir.
 
Konuya ilişkin yazılan manifestoları, genel örneklemeleri, ortaya çıkan pratik tutumları unutarak(!) politika ile sanat arasındaki tarihsel ve hatta antropolojik diyebileceğimiz ilişkilere çok kısa olarak değinmekte yarar olabilir.
 
Ama öncelikle şunu söylemeliyiz; politika ile sanat ilişkileri sorunlu bir ilişki olmuştur.
Egemen politikalar, sanat alanını sürekli muhasara altında tutmuş, baskılamış, ele geçirmeye çalışmış, bunu başaramadığı sürece de savaş açmaktan kaçınmamıştır.
 
Ancak, sanat bilincinin ve kültürünün yaygınlaşıp derinleştiği, bir toplumsal güç haline geldiği dönemlerde veya egemen politikanın genel olarak emeğe, özel olarak yaratıcı sanat emeğine uygun olduğu dönemlerde; sanat-politika ilişkilerinin uyumlu ve barış içerisinde birlikte yol aldığını söyleyebiliriz.
 
Sanat-politika ilişkilerinin daha iyi anlaşılması umuduyla, sanatın ve politikanın öncellerini, ilk izlerini, tohumlarını ve tomurcuklarını arayacağımız, başlangıç noktalarına yönelmenin bir yöntem olabileceğini söylemek, bir ipucu olarak önerilebilir.
 
Sanatın ilk izlerini, ışıltılarını, kıvılcımlarını vb.; o en eski, en “doğal”, en masum, atalarımızın doğa ile, “kendisi” ile kurduğu ilişkilerde flu bir görüntüde yakalayabiliriz.
 
İlk atalarımızın, yaşama ve soyunu sürdürme “çabası”, ellerini(!) kullanması, beyinde bu çabaların düşünce birikintileri oluşturması, dilini kullanması; el-beyin-dil ilinti ve koordinasyonunun gelişmesi ve bu eylemlerin giderek daha bilinçli bir niteliğe doğru evrilmesi, serüvenin başlangıç noktalarıdır.
Başka bir anlatımla; o ilk insansı atalarımızın, insan olma, büyük insanlık okyanusunu yaratma serüveni aynı zamanda emeğin özel ve özgün bir biçimi olan “yaratıcı”, “üst nitelikli” emeğin genlerde birikmesine, kristalize olmasına, “aktarılma özelliği” kazanmasına yol açan tarihi yolculuk, sanat olarak tanımlanan, ortaya çıkan değerlerin ilk izlerinin de yaratıldığı uzun bir yolculuğun tarihidir aynı zamanda.
 
Tek cümle ile sadeleştirerek söylersek, sanatın ilk izleri, öncelleri, insanın doğa ve “kendisini gerçekleştirme” çabalarının bir ürünü ve sonucunda saklıdır, oralarda aranmalıdır.
 
Politikanın ilk izleri ise toplumsal eşitsizliğe giden yolun, hikayenin başlangıcında saklıdır.
 
Buradan şunu söyleyebiliriz; sanatın tarihi, özünde insanın ve insanlığın tarihinin ayrılmaz, kopmaz ve zorunlu bir parçası, yol arkadaşı olarak ortaya çıkmış ve gerçekleşmiştir.
 
Sanat emeği, sanat bilinci ve yetenek olarak tanımladığımız insanın ayrıcalıklı yaratıcılık özelliği, insanın evriminden, kendini gerçekleştirmesinden, diğer insanların deneyimlerinden yararlanmasını öğrenmesinden veya deneyimleri ortaklaştırmasından ve en önemlisi emeğin; genel yaratıcı, inşa edici, değiştirici, yeniden üretici özelliklerini anlamadan kavranabilecek, doğru tanımlanabilecek bir disiplinler toplamı değildir.
 
Ve yine buradan şunu söyleyebiliriz; sanatla emek arasında tarihsel, nesnel, zorunlu ve koparılamaz, doğrudan bir bağlantı vardır.
 
Sanatı evrensel kılan ve hatta insanlığın ortak değeri olarak kabule götüren en temel özellik, onun emekle olan doğrudan bağıntısıdır.
 
Nasıl ki emek, evrensel ve insana özgü bir nitelikse; emeğin en özel, en özgün ve yaratıcı biçimi olan yetenek de evrensel ve insana/insanlığa özgü bir niteliktir.
 
Bu belirlemelerden sonra sanatın evrenselliğini söylememiz zorunlu, gerekli, kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.
 
Her sanat eseri; kuşkusuz ki üretildiği, yaratıldığı toplumsal iklimin özelliklerini, estetik bilincini ve yaratıldığı toplumsal coğrafyanın renklerini, seslerini, motiflerini, çizgilerini içeriyor olması; onu yaratan sanatçı elinin ve bilincinin, duygularının harmanlanması üzerinden gerçekleşiyor olması, onun evrensel olma halini ortadan kaldırmaz.
 
Ve yine söylenebilir ki, sanatçı ile yarattığı eser arasında eleştirel-özeleştirel, dinamik bir ilişki; gelgitler, içsel tartışmalar, “muhafazakarlaştırılamayan”, hareketli, sürekli değişmeyi ve değiştirmeyi zorlayan bir süreç olarak devam eder ve sanatçı ile eseri arasındaki bu “çatışmalı ilişki”, eserin bağımsız kimlik/kişilik olarak yapılanması ile son bulur…
 
Bu andan sonra artık sanat eseri; yaratıcısından bağımsızlaşarak ve hatta onu da peşinden sürükleyerek, kendi evrensel hikayesini yazmaya başlar…
 
O, artık kendi kaderini, kendi eline almış olan bağımsız bir serüvencidir.
Dillerin, dinlerin, milletlerin, mezheplerin, ahlakların muhafazakarlıklarına sığmayan, muhafazakarlaştıramadıkları bir dünya serüvencisi, bir insanlık yolcusu, sınır tanımayan bir gezgindir artık…
 
 
Küçük birkaç örnek sunalım:
Düşünen Adam heykeli(Auguste Rodin), hangi dilde düşünüyor!...
Fransızca mı yoksa dünyanın neresinde ve hangi dilde “düşünen” bir “adam” varsa onun diliyle mi!?
Ya Mona Lisa!...
Onun gülümseyişi, bir milliyete ait olabilir mi!?
Ya da gülümseyişin milleti olabilir mi!?
Veya Bolero’nun (Maurice Ravel) ezgisi, ritmi, yarattığı heyecan yalnızca Basklılara, İspanyollara ait olabilir mi!?
Notanın milliyeti, ahlakı olur mu!?
 
 
Buradan politikaya kısa bir geçiş yaparsak; sanatın ilk izlerini, insanın doğa ve kendisi ile ve diğer insanlarla kurduğu eşit ilişkilere taşıyabilirken, politikanın tarihini ise toplumsal gelişmenin, insanlar arasında eşit olmayan ilişkilerin başlangıcına kadar götürebiliriz.
 
Eğer, insanlığın tarihi; insanlar arasında farklılaşma, bölünme, eşitsizlik, sınıfları ortaya çıkaran bir yola girmemiş olsaydı, bugünkü anlamı, biçimi ve uygulanış şekli ile hayatımızda politika denen bir kavram olmayabilirdi.
 
Sanat, ne kadar doğal, insancıl ilişkiler üzerinden şekillenmişse; politika da tam tersine yapay, bugünkü biçimiyle insanın insana yabancılaşması; aynı zamanda kendi emeğine yabancılaşması/yabancılaştırılması üzerinden gerçekleşmiştir.
 
Politika, doğası gereği sanat dahil olmak üzere toplumsal bütün alanları ve değerleri, eşitsizliğin bir tarafının, bugünkü işleyiş biçimi ile sermayenin hizmetine sunmak, bütün insani ilişkileri, yaratılan bütün toplumsal değerleri, belirli bir azınlığın çıkarlarına göre düzenlemenin en temel aracı olagelmiştir.
 
Zaman zaman sanatı kutsuyor görünmesi, politikanın gösterişli bir apolete ihtiyaç duyması ile ilintili bir sahtekarlıktır.
 
Biliniyor ki politika, kalıcılaşmak için sanat, kültür, ahlak ve bilinen diğer tüm toplumsal alanları, kendi rengine boyamaya, edilgenleştirmeye, terbiyeli köleler haline sokmaya uğraşır, direnen alanları kuşatır.
 
Örneğin sanat alanını; geleneklerle, dini değerlerle, politikleştirilmiş ahlakla etkisizleştirmeye, dönüştürmeye, politikanın ihtiyaçlarına uygun hale getirmeye çalışır.
 
Sanatın; dinamik, eleştirel, değiştirici doğasını bozmak, politikleşmiş ahlakı kullanarak; ahlakileştirmek, ehlileştirmek, iç dinamiklerini tahrip etmek, estetik bilinci yaralamak ve yargılamaktan kaçınmadığı gibi yine politikleşmiş ahlakı sanatın ve direnen sanatçının üzerine, namluya sürülmüş bir kurşun gibi gönderme gözü karalığından çekinmemiştir.
 
Yineleyelim; politikanın, sanatı ve sanatçıyı milletlerin egemen kültürüne, geleneksel, dinsel, her türlü ahlaki normlarına uyarlama ve terbiye etme çabaları, zafere ulaştırılamayacak bir gayretkeşliktir.
Eğer, sanatın genel olarak ahlakından söz edilecekse, bu ahlak; doğanın, yaşamın, kirlenmemiş insanın, emeğin, tarihsel olarak çeşitlenmiş birikimlerin, direnişlerin, karşı çıkışların, eleştirel tutumların toplamı üzerinden gerçekleşen bir ahlak olarak ifade edilebilir.
 
O zaman şu soruyu yeniden sorabiliriz: muhafazakar veya muhafazakarların sanatı söylemini gündeme taşıyanlar, yeni manifestocular ve hatta sanatın tarihini yeniden yazmak isteyenler, hangi amacı hedefliyor olabilirler!?
 
Çok kısa olarak söylenebilir ki, hedeflenen dindar nesiller yetiştirme projesi ve buna bağlı olarak; onunla uyumlu, onu besleyen bir sanat ve sanatçı kimliği, kültürü ve aynı zamanda bu nesilleri yetiştirmek için sanatın meşruiyetine ve etkisine duyulan ihtiyaç !...
 
Güncel olarak ise; AKP hükümetinin ve onun hükümranlığından beslenen çevrelerin, yalnızca bir bütün olarak sanat alanını ehlileştirme, “kendilerine benzetme”, kendi politikalarına uyarlama çabaları değil, bu en yaratıcı alandan; sanat alanından, kendi reklamcılarını, afişçilerini, postercilerini, büstçülerini çıkarma ve yeni, parlak, görkemli nişanlar edinme gayretini de buna ekleyebiliriz.
 
Bu noktada geleceğin toplum mühendisliğine soyunanlara, muhafazakar sanat yapıcılarına bir cümle söyleme hakkımız var: sanatın hangi alanından olursa olsun eğer sanatçı, yaratıcılığını ve yeteneğini, egemen politikanın ihtiyaçlarına, beklentilerine, ahlaki normlarına uygun ve uyarlı bir şekilde kullanarak, bir eser inşa etme, yaratma çabasına giriyorsa, ortaya bir sanat eseri çıkmaz; ancak, egemen politikanın ömrü kadar yaşayacak bir dekor, bir ses, bir görüntü yaratmış olabilir.
Yukarıda anlatılanlardan sonra, konunun bir başka yönüne geçerek söyleyebiliriz ki; farklı sınıflara, çıkar gruplarına bölünmüş bir toplumda, toplumsal eşitsizlik, sanatın hem motivasyon kaynaklardan birisi hem de bir engeli, kısıtlayıcısı olarak gerçekleşmektedir.
 
Eşitsizlik, bütün yaratıcı yeteneklerin gün ışığına çıkmasına olanak tanımaz.
 
Bu ironi, insanlığın bütün ömrü boyunca varlığını koruyamaz.
 
Eşitsizlik ve eşitsizlik üzerinden şekillenen ve yine geriye dönerek, eşitsizlikleri yaşatmanın aracı olan politikalar, insanlığın ileri bir aşamasında yok olup gitmeye, sönümlenmeye mecbur ve mahkumdur.
Sanat ile karşılaştırıldığında politikanın ömrü, insanlığın uzun geleceği açısından bakıldığında daha kısa olacaktır.
 
Buna karşılık sanatın ömrünün ise; insanlığın ömrüne eşit olacağını, insanlığın tarihsel serüveninde, onun “içinde”, onunla el ele yürüyeceğini, var olacağını söylemek; mistik bir belirleme sayılmamalı/sayılamaz olduğunu ileri sürülebilir bir tez olarak sunabiliriz.
 
Eşitsizliklerin son bulduğu, eşitsizliği meşrulaştıran, yaşatan politikaların, kültürün, ahlakın ve diğer tüm kurum, kural ve biçimlenişlerin insanlığın o büyük yürüyüşünün, karşı koyulamaz dinamizminin estirdiği rüzgarlarla bu gezegeni terk ettiği gün, sanatın en doğal, en özgür, bütün yetenekleri açığa çıkardığı, bütün günlük ilişkileri etkileyen, gerçek özgürlüğüne ulaştığı bir gün olacaktır.
 
Başka bir anlatımla özetlersek, sanatın insanla, insanlıkla buluştuğu, bir toplumsal değer olarak kabul gördüğü andan itibaren, sürdürdüğü bütün kavgaların, direnişlerin, karşı çıkışların, ilerleyişlerin, geri çekilişlerin, değiştirip dönüştüren çabaların, diyalektik-felsefi özü nihai olarak varacağı/varmak istediği yer; onun (sanatın) ilk bulunduğu yere; doğaya ve insana dolaysız olarak, o büyük tarihi serüvenden kazandığı, bütün gelişmişliği ve bilgeliği ile genişlemesine ve derinlemesine yeniden dönmesinin hikayesidir.