havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Manifestolarını, Sloganlarını Ve Cesaretlerini Halklara Emanet Edip Öylesine Gittiler!...

Resimleyen: CEREN İLYASOĞLU

9069

 Geceydi ve karanlıktı. Karanlık; tırmalayan, tedirgin eden, ürperten ağır kokusunu uzak, yoksul semtlerin pencerelerinden uyuyan çocukların düşlerine; korkular salarak, sinsice ve usulca sızdırıyordu. Çıkmaz sokaklardan köpekler havlıyor, birisinin bıraktığı yerden diğeri başlıyordu, sebepsiz havlamalara… Nöbet değiştiren askerlerin postal sesleri duyuluyordu ve yankılanıyordu. Ağlayan bir çocuğun çığlıkları karanlığa saplanıyordu. Uykulu gözleriyle bir anne yumuşacık, sevgi dolu sıcacık elleriyle çocuğun saçlarını okşayarak; sus diyordu, sus! 

Geceydi ve karanlıktı. Yıldızlar çok uzaktı. 12 Mart estirdiği o zulüm rüzgarını, yarattığı karanlığı bütün aylara ve günlere sindiriyor, Anadolu coğrafyasının üzerinde bir kâbus gibi ağırlaştırıyor; sabaha ve aydınlıklara korku salma, rengini bulaştırma ve sür git gizleyip saklamak istediği bütün korkunçluklarla perdelediği ne var ne yoksa içinde barındırıp büyüterek hükümranlığını perçinlemek istiyordu sanki.
Çok çok uzaklarda, belki ve henüz görünmeyen bir yerlerde gök patlıyor, ince uzun bir şimşek karanlığı tam orta yerinden parçalıyor ve çaresiz bırakıyordu geceyi… Denizler aydınlanıyor, ırmaklar gülümsüyordu. Bir kadın pencereden gökyüzüne bilemediği, anlamlandıramadığı bir kederle bakıyordu. Bir yıldız kaydı, bir yıldız daha ve belki… Sonra kimin yıldızı diye düşündü, kaçırdı gözlerini… 
Aynı saatlerde bir yargıç çehresine mağrur bir ifade vererek delercesine aynaya baktı. İçindeki duyguları -duygu demek doğru muydu bilinmez; anlamlandırmaya çalışıyordu. Aynayla bir kez daha göz göze geldi, gördüğü sadece karanlıktı. Gözlerini kaçırdı, karanlık boğazına haram bir lokma gibi saplandı!... Nefessiz kaldı, sanki boğuluyordu. Sendeledi, yüzüne bir avuç su çaldı ve uzaklaştı aynadan!...
Geceydi ve karanlıktı. Filistinli bir gerilla kefiyesini boynuna sımsıkı sararak ufuklara baktı. Gülümsedi, bir süre önce birlikte nöbet tuttuğu Türkiyeli devrimci savaşçıları düşündü. Siyah, derin, kararlı gözler geldi aklına!... Bir de uzun, yeşil bir parka!... Silahını okşadı, yorulan ayağını değiştirdi ve ufuk çizgisine odaklandı. Esmer bir gülümseyiş, dudaklarından sarkık bıyıklarına doğru savruldu. 
Geceydi ve karanlıktı. Cellat kapıdan çıkarken tökezledi, içine soğuk bir üşüme dolmuştu ansızın!... Elleri buz kesti, uzaklardan bir aracın klaksonunu duydu, bekledikleri olmalıydı. 
… bir çığlık geceyi ikiye bölerek annenin kulağında çınladı, “hoş geldin bebeğim” diye mırıldandı içinden. Hemşire gülümseyen bir sesle “bir oğlunuz oldu, adını ben koyacağım”!...
… solgun ışıklar altında kocaman bir masanın arkasındaki cuntanın yıldızı bol çatık kaşlı generali ahizeyi kaldırdı, bir yerlere talimatlar verdi. Kaşları çatık, gözleri karanlıktı!...Ve karanlığı avuçlarına doldurdu, elini karanlıktan bir yumruk gibi öfkeyle sıktı, eli bir “balyoz” gibi duyarsızdı; “artık sokaklarda sloganları kulaktan kulağa yayılmayacak” “grev bildirileri, grev çağrıları, fabrika önlerinden işçi semtlerine ulaşmayacaktı”… Ahizeyi yerine bıraktı, kalktı, düğmelerini ilikledi, mendiliyle apoletlerini sildi ve gitti!...
… hapishanenin demir kapıları gıcırtılarla açıldı, kapandı; koşuşturan postal sesleri karanlık soğuk duvarlarda yankılandı. Talimatlar verildi, uykulu gözlerle askerler görevli araçların kapılarında hazırolda beklemeye başladı. 
 
 
… kazdağlarının eteklerinde toprak kımıldadı, kim bilir ne zaman toprağın karnına düştüğü tarihlenmemiş bir zeytin tanesi ilk filizini karanlığa inat yıldızlara doğru uzattı. Bir çekirdek daha yeniden canlandı, yaşamla buluştu ve bir daha!... “Üç zeytin ağacı, ömrü ve bereketi bin yılı aşan üç ölmeyen ağaç” hayata merhaba dedi, karanlığı parçalayarak!... 
Geceydi ve karanlıktı. Mayısın beşi altısına evrilmişti. Yoksul, uzak evlerden ışıklar sızıyordu; titrek, ürkek gaz lambası ışıkları!... Gözleri kederli, elleri bereketli ve çatlamış kadınlar hıdırellezi karşılamak için yataklarından çıktılar. Hızırla İlyas buluşmuş muydu, buluşacak mıydı!? Bereketler saçılacak mıydı!? Hızır, dara düşmüş Anadolu coğrafyasına, darda kalanlara el uzatacak mıydı? Gerçekte bereket, bereketi yaratan eller kimin elleriydi ve neredeydi!? Ve bereketi çarçur eden eller kimlerdi!? Mayıs, bereketin ayı, bereketin adıydı. Toprak ve insan cömertliğe susamıştı. 
Geceydi ve karanlıktı. Dağlar sanki bir daha güneş doğmayacakmışcasına kederliydi. Rüzgarlar, hüzünlü bir ağıt gibi kayaların yüreğine işliyordu. 
Derler ki; Nurhak Dağları, o gece sebebini kimseyle paylaşmadığı bir sır yüzünden yüzyıl birden yaşlanmıştı!...
Ve sanki ve yeniden Pir Sultan darağacına çekilecekti. Ve sanki Serez Çarşısı; “Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü” ile kapatacaktı “elleriyle yüzünü”!... 
Deniz uyandı, aynı dakikalarda Yusuf ve Hüseyin’de uyanmıştı. Belki onlardan önce tarih denilen o ak saçlı bilge; o insanın ve insanlığın bütün yürüyüşünü, bütün ilerleyişini kaydeden ve resmi tüm yazıcılara, tüm söylemlere ve palavralara inat gerçeğin, en küçük ayrıntısını bile atlamadan kaydetmek için parmağını deklanşörün üzerine koymuş, en silinmez mürekkebiyle en çürümez aşınmaz kalemini kağıdını hazır eylemişti. O, halkın ve insanlığın bütün notlarını tutan gerçek yazıcı, gerçek tanık, gerçek tarihti. 
Deniz gülümsedi, gülümseyişi bir kıvılcım gibi karanlığa saplandı. Karanlık irkildi, tarih not düştü!... Hüseyin; “Türkiye Devriminin yolu”nu düşündü!... Yusuf; bir eyleme gidecekmiş gibi üstlendiği bir görevi yapacakmış gibi karanlıkla göz göze geldi, karanlık gözlerini kaçırdı. Ve henüz son sözlerini söylememişlerdi!... O kısacık, o anlamlı, o derin hikayeyi bir kez daha bilinçlerinin süzgecinden geçirdiler!... Ve yazdılar akıllarına son sözlerini, son manifestolarını. Ve halklara emanet edecekleri son çağrılarını, yazdılar akıllarına!... Tarih not düştü, artık Deniz biraz Yusuf biraz Hüseyin’di. Biraz önceden giden devrimci yoldaşlardı. Ve altmış sekizdi. Tarih öyle not düştü. Tarih “Deniz” adını yazdığında ve “Deniz” adı her dillendirildiğinde; Yusuf, Hüseyin ve tüm altmış sekizin devrimcilerinin adı da yazılmış, dillendirilmiş gibi algılanıyordu. Ve hep öyle olacaktı. 
Kıvılcımlar geldi aklına, Deniz’in!... Düşünüşlerde, değişimlerde, dönüşümlerde, ileriye atılışlarda; zulmün tutuşturulmasında, karanlıkların yakılmasında her şey bir kıvılcımla başlamaz mıydı!? Hep kıvılcımlardan, kıvılcım olmaktan söz etmemiş miydi, söz etmemiş miydiler!? 
O, ne kadar da çok yakışmıştı altmış sekize. Altmış sekizli olmak ne kadar da çok yakışmıştı ona!... O, onlardı. Onlar, o!... Tarih böyle not düşmüştü. 
Tarih; kendine en çok yakışanları, kendine en çok yakıştırdıklarını en sevdiği anda, en değerli anda dondurmak, öylesine çekip almak ister, onlar hep genç kalmalı. En parıltılı anda, ışıl ışılken, en gür kıvılcımları çakarken koynuna almak, saklamak ister!... Hep öyle kıvılcımlar çaksınlar diyedir, bencilliğinden değil!... 
Onu en genç haliyle sevmişti, öyle alacaktı ve insanlığın belleğinde hep öyle kalsın isteyecekti!...
Deniz asla yaşlanmazdı ve asla yaşlanmayacaktı!... Ve o akıp gidecekti, doruklardan fışkıran bir ırmak gibi!... Okyanuslarda savrulan bir dalga gibi!... Ve karanlıkları parçalayan bir şimşek gibi!... Ve en sevdiği konçerto’nun ritminden süzülen bir tını gibi!... Öyle akacaktı!... Öyle gidecekti!...
Elbette bir şimşek tek başına ve hiçbir zaman karanlıkları yok edip, aydınlıkları getirmemişti. Ama karanlıkların parçalanabileceğini, nasıl parçalanacağını; o parıldayan ve bütün bir toplumun tarihsel, sosyal, ekonomik ve politik deneyimlerinin ve birikimlerinin ve giderilemeyen çelişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkan bir şimşeğin bilinçlerde bıraktığı iz; karanlığın aydınlanmasına giden yolu, bilince çıkarıcılarından olacaktı. 
Ve birazdan sahne kurulacaktı. Karanlığın yargıçları, cellatları yerlerini alacaklardı. Postalları, apoletleri, ipleri ve sehpalarıyla!... Karanlığın, karanlıkların egemen ve hükümran olduğu; zulmün ve sömürünün düzenini, dünyasını sonsuza değin sürdürmek ve bütün şimşekleri, yıldızları koparıp gökyüzünden karanlıklara gömmek ve başkaldıranları, isyan edenleri korkutmak, susturmak için üç genç asılacaktı. Elbette bu devasa karanlığın ve onun apoletlerinin, yargıçlarının ve cellatlarının önünde diz çökülüp korkulacaktı!... Öyle istiyordu egemen ve hükümran olanlar!...
Deniz gülümsedi; bakıştılar Yusuf ve Hüseyin’le… “Üç bedende bir can” gibi oldular!... Baktılar; yürekleri yüreklerine, duyguları duygularına, bilinçleri bilinçlerine aktı; buluştu, birleşti ve sarsılmaz bir irade, bir güç olarak cellatlara baktılar!... Ve tarihi sahnenin, asla unutulmayacak ve yok edilemeyecek bir “çelenk” gibi savunmanlar yerlerini aldılar. Deniz gülümsedi, Yusuf gülümsedi, Hüseyin gülümsedi!... 
Şimdi ve birazdan; şafağa en yakın yerde temelinde uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının olduğu; ezenle ezilenlerin, devrimle karşı devrimin, iki ideolojinin, iki politikanın, iki kültürün; hayatın düşmanlarıyla; hayatı ve geleceği yeniden kurmak isteyenlerin karşı karşıya geleceği ana tanıklık edilecekti!...
Gözgöze geldiler, Deniz gülümsedi; “önemli olan çok yaşamak değil yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir”!...  Şimdi, faşizmin cellatlarına boyun eğmeyen ve ölürken insanlara “ben sizi sevdim, uyanık olun” diye haykıran J. Fuchik (!) gibi ve 17 yaşında ABD emperyalizminin işgal ordularına karşı gözünün kapatılmasını reddederek “sevgili Vietnam’ının” topraklarını; sevdiğinin saçlarını okşarcasına, ana kucağına koşarcasına ölüme giden Niguyen Van Troi (!) gibi ve dahi korkutmak isteyenleri korkutacağı en zayıf noktalarından en ummadıkları yerden vuracağı, yenilgiye uğratacağı inancıyla ve onları bütün varlıklarını sarsarak ve karanlığı parçalayan bir şimşek gibi sloganları ve o en anlamlı manifestosunu haykırarak ipi göğüsledi!...
Yargıç sarsıldı; karanlık haram bir lokma gibi boğazında düğümlendi ve bir daha sofrasında onu nefessiz bırakıncaya dek gırtlağına saplandı kaldı!... 
Yusuf ve Hüseyin, birer birer cesaretle yürüyüp gittiler, korkusuzca!... 
… korkutmak isteyenler korkmuştu!... 
Ve tarih bütün olup biteni ve üç devrimcinin bıraktıkları manifestoyu ve cesareti ve sanki bir mitinge gider gibi bir yıldızdan ötekine kayar gibi ve okyanustan okyanusa kıyıları döven dalgalar gibi güneşle buluşan başaklar gibi ve toprağın bağrından hayatı selamlayan tomurcuklar gibi sevinçle akan bu üç devrimcinin o görkemli vedalaşmasını saygıyla ve biraz da savaşa erken tutuşanlara geç kalmanın, onlara zaferi sunamamanın hüznüyle yani “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zarurî neticesidir bu! deme, bilirim!” diyerek insanlığın geleceğine taşımak üzere sayfasını kapadı, deklanşörden elini çekti!... 
… ve şafak gülümsedi ufuktan; hemşire “adını Deniz koydum” dedi. “Yusuf olsun dedi adı, Hüseyin…” Yıldızlara bakan kadın “adı Deniz olsun” dedi. “Adı Deniz olsun”, “adı Deniz olsun”… 
… insanlığın ileriye, daima ileriye hareketi kendi doğal seyrinde ilerliyor; dün doğan çocuklar büyüyor, sokaklara çıkıyor, sloganları öğreniyor ve haykırmaya bir öncekilerin bıraktığı yerden, daha ileriden devam ediyordu!...
… yargıç irkildi; sokaklardan, Ankara sokaklarından sloganlar, haykırışlar geliyordu; Deniz, Yusuf, Hüseyin!... Sloganlar yeniden sokaklarla buluşmuştu; Serez çarşısı “ellerini çekmişti yüzünden”!... Güneşe gülümsüyordu!... Ve kavga kaldığı yerden tarih sahnesine çıkan yeni güçlerle sürüyordu!...
Ve gün olur, an gelir; gelip çatar değişimin ve devrimin vakti, saati!... Aydınlanmıştır fabrikalar!... Gücünü, deneyimini, bilincini birleştirmiştir emek, işçi sınıfı!... Örgütlü bilincin çizdiği rotada birleşmiştir, ayağa kalkmıştır mazlum olanlar!... Ve yüreklerden ve anılardan ve akıllardan birer birer çıkagelir önden/önceden gidenler!... Dillerde slogan, ellerde bayrak olur; yürür zulmün üstüne, tarumar olur zalimin sarayları, parçalanır barikatlar!... O devasa, o görkemli hareket, yığınların hareketi; yıkar köhnemiş dünyaları; yeni bir çağ için; insanlığın altın çağına, özgürlük çağına akar gider öylesine!...