havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

İnsan Hakları Haftası Kutlanırken!…

1756
Bugün, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edildiği gün. Her yıl 10 Aralıkla başlayan hafta İnsan Hakları Haftası olarak kutlanır. Evrensel Bildirge’nin kabul edilişinin üzerinden(10 Aralık 1948) 60 yıldan fazla zaman geçti. Geçen bu süre içerisinde Evrensel Bildirge’de söz edilen, tüm ülkeler tarafından kabul edilen haklar konusunda insanlık hangi noktaya ulaştı? Evrensel Bildirge’nin özüne, ruhuna uygun bir insanlık düzeni, dünya düzeni kurulabildi mi? Bildirgede söz edilen haklar, hayat içerisinde, günlük yaşam içerisinde sürekli ulaşılabilen, yaşanır kılınan değerler olarak gerçekleşebildi mi? Devletler ve hükümetler, anayasal metinlerine serpiştirdikleri insan hakları ilkelerinin yurttaşlarına ulaşmasına, bu hakların fiilen kullanılmasına olanaklar sağlayabildiler mi? İnsan haklarını öngören ulusal ve uluslararası sözleşme ve belgelerin işaret ettiği “hukuk eşitliği”; yaşam içerisinde pratik, uygulanabilir, fiili eşitlikler olarak gerçekleşebildi mi? Bu soru ve sorun, dünyanın bütün ülkeleri açısından cevap bekleyen, tartışılması gereken soru ve sorunlar olarak bugün karşımızda durmaktadır.
 
Evrensel Bildirge’nin kabulünün üzerinden 60 yıldan fazla süre geçmiş olmasına karşın insanlık, farklı derece ve ölçülerde eşitsizlikler, hak ihlalleri, mağduriyetler, yoksunluklar ve yoksulluklarla boğuşmak, mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası verileri, dünyanın en zengin 400 ailesinin servetinin yaklaşık 2,5 milyar insanın gelirine eşit olduğunu ortaya koymaktadır. Yalnızca bu veri bile, ki bu noktada başka birçok verinin olduğu bilinmektedir, durumun insan hakları açısından taşıdığı problemi anlatmaya yeterlidir. Dünya düzeni, insanlığın yürüyüş çizgisi, egemen sistemler açısından eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik değil, tam tersine, eşitsizlikleri artırmaya yönelik tehlikeli bir doğrultuyu işaret etmektedir. İnsanlığın yaşadığı sorun, yalnızca maddi servetlerin küçük bir azınlığın elinde birikmesi ve yoksulluk tabanının giderek büyümesinden ibaret değildir. Kar hırsı, sermayenin yeniden ve sınırsız ölçüde bir azınlığın elinde biriktirilmesi süreci; gezegenimizin bütün alanlarını tahrip etmekte, yaşanılmaz kılmakta ve buna bağlı olarak çeşitli insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmaktadır. Denizler, akarsular kirlenmekte, kara parçaları zehirlenmekte, insanlığın bedensel ve ruhsal dengeleri olumsuz yönde etkilenmekte, yeni hak ihlalleri biçimi insan hayatına girmektedir.
 
Buradan biraz geriye dönerek, konunun başka bir yönüne kısaca işaret edelim. İnsan hakları kavramları, statik, donmuş kavramlar değildir. Toplumların ilerlemesine ve yeni toplumsal ihtiyaçların ortaya çıkmasına bağlı olarak insan hakları kavramları genişlemekte, yeni hak kavramları ortaya çıkmakta ve hayata geçirilmektedir. Bugün insan hakları, yalnızca Evrensel Bildirge’de söz edilen haklarla sınırlı değildir. Yeni hak kuşakları, uluslararası belgelere geçmiş, Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş ve hatta birçok ülkenin anayasal ve yasal mevzuatlarında yer almış bulunmaktadır. Örneğin, çevre hakları, çocuk hakları, hasta hakları, kadın hakları, tutuklu ve hükümlü hakları, kentli hakları vb. gibi. Kuşkusuz ki, insan hakları manzumelerinin ulusal ve uluslararası belgelerde yer alması önemlidir. Ancak yalnızca ve tek başına bu hakların metinlerde yazılmış olması bir anlam ifade etmiyor. Hakların elde edilmesi, kullanılabilir olması, gelenekselleşmesi, kültürel değer olarak birikmesi, zorlu ve çetin mücadeleleri gerekli kılmaktadır.
 
Egemen devletler ve hükümetler, kendi politikalarına ve ideolojilerine bağlanmayan, karşı duran ideoloji ve politika savunucularını; erkek egemen kültüre boyun eğmeyen kadınları, farklı dinleri ve mezhepleri, azınlıkları baskılamaktan geri durmamaktadır. Bu durumun doğal sonucu olarak insan hakları ihlalleri yaşanmakta, toplumsal bir problem olarak varlığını sürdürmektedir. Ve yine egemen devletler tarafından “halkların hakları” inkar edilmekte; inançsal, kültürel, etnik kökenlerine dayalı kültürleri ve dilleri yok sayılmakta, asimilasyona maruz bırakılmaktadır. Tüm bunlar birer insan hakları ihlali olarak değerlendirilmekte ve çatışmalara neden olmaktadır.
 
Daha bundan 20-25 yıl önce, özellikle de SSCB’nin yıkılmasından sonra sevinç naraları atan burjuva ideolog ve politikacılar; “Evet, kapitalizmin bir takım kusurları, hataları, eksikleri var; ama biz onu biraz reformize, biraz sosyalize ederek insanlık için en ideal sistem haline getireceğiz.” anlamına gelen çığlıklar atıyor, ezilen dünya halklarını ve emekçileri ikna etmeye çalışıyorlardı. Oysa görüldü ki, son 20-25 yıl içerisinde insanlığın sorunlarının azalması bir yana, hak ihlalleri, şiddet, yoksulluk, sefalet, ayrımcılık katlanarak arttı.
 
Ve yine SSCB’nin yıkılmasından sonra aynı burjuva koro, savaşların biteceği, savaş tehdidinin ortadan kalkacağı, silahlanmanın azalacağını söylüyorlardı.
 
Ve yine bugün, burjuva koronun bu palavralarına karşı silahlanmanın ve askeri harcamalara ayrılan payların arttığını, savaş tehdidinin yükseldiğini, bölgesel savaş ve çatışmaların sürdüğünü görmekteyiz. Doksanlı yılların başından günümüze, dünyanın değişik noktalarında, ulusal, etnik, dinsel, sınıfsal elliye yakın savaş ve çatışma yaşanmıştır, yaşanmaktadır.
 
Savaşların ve çatışmaların; insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı, çeşitlendiği, izlerinin uzun süre silinemediği dönemler ve durumlar olarak gerçekleştiği bilinmektedir. Özellikle kadınların, çocukların, gençlerin en yoğun travmaları, hak ihlallerini, mağduriyetleri yaşadığı dönemler, savaş dönemleridir. Savaşların yol açtığı tahribatlar yalnızca yaşam haklarının ihlalleriyle sınırlı değildir; çevre hakları, çalışma hakları, örgütlenme ve ifade özgürlüğü hakları yoğun olarak ihlal edilmektedir.
 
Zaten savaşın kendisi belirlenmiş tüm kurallara,savaş hukukuna rağmen doğrudan sayısız ölçüde ihlalin gerçekleşmesi sonucunu doğurmaktadır.Bu bile çok yönlü tahribata yol açıyorken üstüne üstlük savaş hukukunun ihlali katmerlenmiş bir şekilde var olan ihlalleri insanlığa ait değerlerin tahrip edilmesini yoğunlaştırmaktadır.
 
Tüm bu sonuçlara rağmen yine savaşan ve çatışan taraflar, savaş hukukunu ihlal etmekten hak ihlalleri yapmaktan çekinmemektedirler. Savaş esirleri hak ihlaline uğramakta, doğduğu topraklarda yaşama hakkından yoksun bırakılan sivil yurttaşlar mülteci durumuna düşürülmektedirler. Kısaca toparlayarak söylemek gerekirse, savaş ve çatışmalar çok sayıda ve yoğun olarak insan hakları ihlallerinin yaşanmasına neden olmaktadır.
 
Ve yine söylemeliyiz ki, bir insanlık suçu sayılan işkence kötü muamele, şiddet; ülkeden ülkeye, dönemden döneme farklılık göstermesine rağmen, toplumsal hayatın bir parçası olmaya devam etmektedir. Devletler ve hükümetler, işkence ve kötü muamele karşısında yeterli ve gerekli önlemleri almaktan uzak görünmektedir. İnsan hakları savunucuları, aktivistleri baskı görmekte, örgütlenmeleri üzerinde kısıtlayıcı ve engelleyici uygulamalar sürmektedir.
 
Diğer hak ihlallerinin yanı sıra, tutuklu ve hükümlü hakları göz ardı edilmekte, savunma hakkının önündeki engeller devam etmektedir. Keyfi gözaltılar ve tutuklamalar devam etmekte, toplantı ve gösterilere karşı engelleyici, yasaklayıcı uygulamalar rutin olaylarmış gibi her gün yeniden yaşanmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, istisnasız bütün insanlık açısından insan hakları henüz elde edilmiş, kolay ulaşılan, gelenekselleşmiş, bilince çıkarılmış, günlük hayat ve ilişkiler içerisinde ve her gün yeniden üretilip derinleştirilen değerler olmaktan bir hayli uzaktır. Önümüzdeki süreç, diğer hak mücadelelerinin yanı sıra insan hakları uğruna mücadelenin de önem kazandığı bir süreç olmak zorundadır. Başta hak ihlaline en çok uğrayan sınıflar, ezilen halklar, cinsiyetler, renkler, inançlar, ideolojiler olmak üzere, bütün insanlık, hak ihlallerini üreten, şiddeti besleyen sınıfsal-toplumsal dayanakları, sistemleri göz ardı etmeden ortak bir platformda, ortak bir program etrafında, ortak bir mücadele çizgisinde hareket etmenin tarihsel sorumluluğu ve zorunluluğu ile karşı karşıyadır.
Kuşkusuz burada hak ihlallerini gerçekleştiren, şiddeti ve işkenceyi üreten savaş çığırtkanlarını, dünyayı yalnızca kar etmenin aracı olarak gören sömürücü, zalim bir azınlığı; büyük insanlık aleminin insan haklarını gerçekleştirebilme mücadelesinin önündeki en somut engeller olarak gördüğümüzü belirtmekten kaçınmıyoruz. İnsan haklarının bütüncül olarak yaşanabildiği bir dünya ve Türkiye hedefine ulaşmak umudu ve dileğiyle!...