havadurum

Halil TURHANLI

3228
 
SOĞUK, ACIMASIZ ŞUBAT
(Ahmet Fenercigil’in anısına)
 
T.S. Eliot geçtiğimiz yüzyılın karanlık bir panaromasını sunduğu Çorak Ülke’nin ilk dizesinde, “Ayların en zalimidir nisan” der. T.S.Eliot’a hak veren, onunla hemfikir olan hatırı sayılır sayıda insan tanıyorum. Ama ben 2012 yılının şubat ayının da hayli acımasız olduğunu, en azından bu şehre, bu şehrin insanlarına öyle davrandığını düşünüyorum. Daha ilk gününde çok sevgili bir arkadaşımızı, değerli bir dostumuzu bizlerden koparıp alıverdi, çünkü.
 
2012 yılının Şubat ayı bu şehre ölümle birlikte geldi. Bu şehrin  en has çocuklarından birini, Ahmet Fenercigil’i  bizlerden kopardı, alıp götürdü. Çaresiz kaldık. Arkadaşımızı, kardeşimizi sessizce uğurlamaktan başka bir şey gelmedi elimizden. Gün be gün eksiliyoruz. Şöyle doya doya kucaklaşmaya, vedalaşmaya zaman bile bulamıyoruz. Her  şey aniden  olup bitiyor. Sonra bir cami  avlusunda biraraya geliyoruz.  Çevremin  ıssızlaştığını, şehrin üzerine  kasvet çöktüğünü,  sokakların çok tenhalaştığını  hissediyorum.   Araya uzaklıklar giriyor. Geriye  anılar kalıyor. Anılar da olmasa  hayat geride kalanlar için  kesinlikle  katlanılmaz olacak.
 
Wim Wenders’in erken dönem filmlerinden birinde çok  çarpıcı  ve bir o kadar da  dokunaklı  bir açılış  sahnesi vardır. Seyirci filmin hemen  başında karlarla kaplı kır yolunda yürüyen bir erkeğin adımlarını görür.   Erkeğin yüzü görünmez, görünen  sadece adımları ve karda bıraktığı izlerdir. Dipte (fonda ) yavaş yavaş bir  müzik  yükselir . Lovin’ Spoonful topluluğun  “Şehirde Yaz”  (Summer in the City ) adlı parçası. (Çocukluğumuzun güzel  şarkılarından biri. Engin Arman bir kez daha çalsın diye radyo başında beklerdik) Görüntü ile müziğin sözleri arasında  tam bir  karşıtlık vardır.   Karlarla kaplı  kır yolu ve şehre yazın gelişini neşeyle karşılayan  insanlar.
 
Geçtiğimiz cuma günü kordon boyu   sonundaki  Necip Paşa Camii’nin  avlusunda benzer bir karşıtlığı, Wenders’in  filminin uyandırdığına çok yakın bir etkiyi yaşadım. Yer yer, bir   gün önce yağan ve henüz tam olarak erimeyen karlarla kaplı  cami avlusundan gözlerim az ileride denizin kıyısındaki Lodos gazinosuna uzandı. (Şimdilerde  adı değişmiş olabilir. Öyle olsa da, ben  yeni adını öğrenmemekte ısrar edeceğim. Benim için orası hala Lodos). Gençliğimizin yaz gecelerini hatırladım. Lodos’da  bir masanın başında geç  vakitlere kadar  sohbet ettiğimiz geceler. Ahmet masanın değişmezlerinden, müdavimlerindendi. (Geç saatlerin denizinden  dalgın bir cambazın çıkıp gelmesini mi bekliyorduk yoksa?  Bu soru da Ece Ayhan’ı anmanın, anısına bir selam göndermenin vesilesi  olsun.)
 
Daha  başka  anılar da canlandı belleğimde. 1982 Dünya Kupası finalini hep birlikte izleyişimiz. Gök mavililere olan ortak sempatimiz. Tardelli’nin attığı ikinci golden sonra hep birlikte ayağa kalkışımız. Ahmet’in  her sene  bahçeden bir kasa  şeftaliyi bizim eve bırakışı. (Rahmetli babamın çok yakın arkadaşı  olan  rahmetli  Sadi bey amcanın dostlarına  geleneksel  haline getirdiği   ikramıydı  bu). Selim Önen’in Çanakkale  ziyaretlerinde  birlikte yemek yediğimiz  geceler… Ölüm, hastalık, bunların hiç birinin aklımızın ucundan dahi geçmediği yıllar .Hayat sanki  önümüzde sonsuzca uzanıyormuş ve sunacağı  sayısızca  armağan varmış gibi gelirdi bizlere.
 
Daha uzak bir geçmişe de uzandım.  Lodos’dan öteye geçtim . Ahmet’in askeri plajda kayalıkların üzerinden denize atlayışını hatırladım.  (Buna cesaret edebilen  çok az sayıdaki  kişiden biriydi o). Yazlık sinemalarda film izlemelerimiz geldi aklıma.
 
Çanakkale dışındaki anıları  da hatırladım.  Ahmet’in (Teşvikiye) Topağacı’ndaki  öğrenci evine Selim Önen’le yaptığımız ziyaretler,  Şişli’de Kent Pasajı önünde rastlaşmalarımız, bir gün Elmadağ’dan hızla Taksim’e inen bir  motosikletin arkasına başında  kask olmadan binmiş, yolun kenarında  beni görünce el sallayışı  …
 
En çok futboldan konuşuyorduk galiba. Bazen ne  güzel özetlerdi konuyu  mizah yapmayı, ironik olmayı da  elden bırakmadan  Bir defasında milli takımın aldığı tarihi hezimetlerden söz ederken söz  0-8’lik  Polonya  yenilgisine gelmişti . Ahmet, Polonyalı efsane  Lubanski için,  “Lubanski  bizim milli  takımın baş belasıdır. Onun kadar  çok filelerimizi  havalandıran bir başkası  yoktur herhalde” sözüyle durumu özetleyivermişti.
 
Futbolu  adeta güzel sanatların bir dalı haline getiren, futbola bir estetik kazandıran bütün   futbolcuları, bütün golcüleri takdir ederdi. Elbette, böyle bir  gölcü olmasından dolayı Lubanski’yi de, ama  en güzel gollerini bize sakladığı için de sitem ederdi ona.
 
Eski Çanakkale’yi özler ve sık sık anardı. Hani şu İnönöz  otobüslerinin şehirlerarası  yolcu taşıdığı, Yılmaz otobüsleriyle  İstanbul yolculukları yaptığımız, eski postahanenin orada futbol oynadığımız günleri. O ucube  Truva atının , o kitsch nesnenin kordona, militarizmin simgesi olan topların da Cumhuriyet Alanı’na yerleştirilmesinden çok uzun  zaman önceki günlerden söz ediyorum. (Gemiden inip şehre adım atan ziyaretçileri  üzerlerine doğrulmuş top namlularıyla karşılayan  şehrin bir adı da, ‘barış kenti’. ‘Barış kültürümüz olsun’ sözü ne kadar temelsiz , ne kadar  gülünç oluyor bu durumda. Şunu da sorayım : Bir film maketinin tarihsel bir eser ya da estetik bir obje niyetine kamusal alana yerleştirildiği kaç şehir vardır  yeryüzünde acaba?)
 
Yukarıda  söyledim, anılar  acıyı biraz olsun hafifletiyor , katlanılır  hale getiriyor. Ahmet’i tanımış olan herkesin onunla ilgili pek çok güzel anısı olduğundan eminim. Ben ancak, giderek zayıflayan  belleğimin izin verdiği ölçüde hatırlayabildiğim  anılarımdan birkaçını yazabildim.
 
Biz dostları neden  çok severdik Ahmet’i? Benim yalın bir cevabım var bu soruya : İlişkilerinde, arkadaşlıklarında çıkarsız olduğu için . Arkadaşlık  söz konusu olduğunda orada hesap yapmazdı , matematiği unuturdu  Ahmet. Çıkarma, toplama, çarpma işlemlerinin hepsini bir  köşeye atıverirdi.  En çok bu nedenle, dostlukların söz konusu olduğu yerdeki  matematiğe  karşı bu bilinçli unutkanlığından, kayıtsızlığından, bu hesaba aldırmazlığından  dolayı  sevilirdi.
 
Derrida’nın bir sözünü biraz değiştirerek söyleyeceğim,  hepimiz hayata bir ölüm borçluyuz. Ölüm yaşadığımız hayatın bir karşılığı. Hayat bize sundukları karşısında bir hesap çıkarıyor . Hayatı  yaşarken  bir gün önümüze bu  hesabın konulacağını biliyoruz. Biliyor, ama  kabullenmekte zorlanıyoruz. Her iki taraf da   kendince haklı. Hayat da haklı, bizler de haklıyız.  Diyeceğim şu, hayat Ahmet’e onun  dostlarına davrandığı gibi  davranmadı. Hayat herkese yaptığı gibi Ahmet ile  olan ilişkisinde de hesap tuttu. Sunduklarının karşılığını istedi, ama çok  erken istedi.
 
Geçen cuma öğleden sonra Ahmet’i annesinin yanına  bıraktık. Anne ve  oğlunun ayrılıkları sadece elli gün sürdü, iki ay bile değil.  Karlı topraklar kürek kürek atılırken benim de  ruhuma bir ağırlık çöktü. Ne  yapsam, ne etsem kolay kolay  kaldıramayacağım  bir ağırlık . Hoşça kal iyi insan, hoşça kal değerli dost. Bizlere bıraktığın, hayata  tutunmamıza yardım edecek , acımızı katlanılır kılacak bütün o güzel anılar için  çok çok teşekkürler.
 
T.S. Eliot’ın  bir dizesiyle  başlamıştım.  Bir başka şairin, Galler’in  kasvetli madenci kasabalarında  uzun kış gecelerinde çok  içki içmiş, içtikçe de güzel şiirler, güzel oyunlar yazmış olan Dylan Thomas’ın  bir  dizesiyle bitireceğim.  Ölüme, hayatın noktalanışına  dair yazılmış  o güçlü,  meydan okuyucu  şiirinde,  “Sönmekte olan ışığa  karşı  öfke, öfke”  der Dylan Thomas. Geçen Cuma günü  ben de öfkelendim.  Ölümün bu  şehre pek vakitsiz ve   hiç davetsiz uğramış olmasına, bu şehrin en has çocuklarından birini aramızdan almasına  öfke, öfke…