sermet@canakkaleolay.com
Yaşamı savunmak… Geyikli yeni iskele bölgesinde Flamingo kuşlarının doğal yaşam alanı haline gelmiş küçük su birikintisi bulunan(azmak) toprakların Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tahsisli turizm alanları olduğu ortaya çıktı. Bu alan, bir yatırımcı çıkar ise yarın turistlik otel ve pansiyon olarak bir yatırıma dönüşebilir. Özellikli böylesi doğal alanların yok edilmesi konusu tartışılmalıdır. |
Bu tartışmanın özü esasında bir dünya görüşünün temeli ile ilgilidir.
Haberimizin başlığında da olduğu gibi konu kalkınma mı sürdürülebilir yaşam mı sorusunun irdelenmesidir. Çevre konusundaki tartışmaların temeli de budur. Bu sorunun cevabını analiz etmek için önce kalkınma kavramını analiz etmek gerekmektedir. Kalkınma sadece ekonomik kriter ile alınırsa insan kavramının yok edildiği mekanik bir işleyişe dönüşür. İnsan kavramını temel almayan bir kalkınma anlayışı dünyamızı felaketlere götürmekten bir rahatsızlık duymaz. Bu anlayışın tek temel yaklaşımı vardır kar etmek. Bunun içinde her şey mubahtır. Onun için Kazdağları’mızın yok olmasının,sularımızın, toprağımızın, havamızın kirlenmesinin, yaşamı bizler ile paylaşan diğer canlılara zarar verilmesinin bu anlayış için hiçbir önemi yoktur. Hepimizin üzerinde anlaştığı bir kavram vardır ; ‘sağlıklı olmak’ Bu kavramın sadece laf düzeyinde kalmamasını istiyor isek; sağlıklı olmanın ne demek olduğunu irdeleyelim.
Dünya Sağlık Örgütü sağlığı, kişinin ruhen, bedenen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlamaktadır. Buradan hareketle birinin sağlıklı olması demek sadece sakat ya da hastalıklı olmaması demek değildir. Bedeni kadar sosyal ilişkilerinin ve çevre ile ilişkilerinin de sağlıklı olması demektir. Bundan dolayı, pek çok düşünür bir toplumu ya da yaşam biçimini değerlendirirken en iyi göstergelerden birinin sağlık hizmetleri ve sağlık parametreleri olduğunu düşünmektedir. İnsana ve doğaya verilen değer insanların birbirleriyle ve doğal çevreleriyle kurdukları ilişkiler, bu ilişkilerden beslenen ya da beslenmeyen toplumsal, politik ve iktisadi ilişkilerine ve kurumlarına yansır.
Yaşadığımız küresel kapitalizm çağında yoksul daha yoksul zengin daha zengin hale geliyor; gelir adaletsizliği giderek artıp, yoksulluk küreselleşiyorken ekolojik problemler geri dönüşümsüz şekilde ilerliyor. Tüm bu olumsuzluklar diğer alanlarda olduğu gibi çarpıcı olarak sağlık problemlerinde daha açık olarak kendini gösteriyor. Örneğin bebek ve 5 yaş altındaki çocuk ölümleri artıyor, çocukların ve annelerin aşılamalarındaki yetersizlikler, sağlıklı içme sularının yokluğu, denizlerin ve atmosferin kirlenmesi, sosyal harcamaların kısılması ile sağlık problemleri daha da derinleşiyor(1).
Gerek dünyada gerekse Türkiye’de giderek büyüyen ve baş edilemeyecek boyutlara ulaşan toplumsal ve ekolojik sorunlarla yüzyüze yaşamaktayız. Dünyanın gelir üretimi yıldan yıla artarken ekonomideki bu büyüme, bir yandan yoksulların sayısında artışa neden olmakta öte yandan giderek sayıları azalan ayrıcalıklı bir azınlığın gelirlerini arttırmaktadır. Söz konusu olan sadece sistemin biteviye yoksulluk üretmesi de değildir. Yoksulluğun artmasının yanında, yoksulluğun ve sefaletin doğurduğu sağlıksız yaşam koşulları, insanlığı ve uygarlığın kazanımlarını yok edebilecek ekolojik krizle iç içe geçmekte ve her yeri sarmaktadır. Örneğin, 1998 yılında dünyanın geliri 28,8 trilyon dolar iken 1999’da 30,2 trilyon dolara yükseldi. Dünya Bankası raporuna göre 1999 yılında dünya ekonomisi yüzde2,7 büyüdü. Bu büyüme döneminde, “yüksek gelirli” diye adlandırılan ve dünya nüfusunun yüzde15’inin yaşadığı 24 ülke, toplam gelirden yüzde78’lik pay alırken; dünya nüfusunun yüzde 40,5’inin (2,4 milyar) yaşadığı düşük gelirli ülkeler ise yüzde 20’lik bir pay aldılar. Zengin ülkelerde kişi başına düşen gelir 25.730 doları bulurken düşük gelirlilerde bu rakam 410 dolar oldu. Aradaki fark 1530 kattır. Alt ve orta gelirlilerin yer aldığı “güney” ülkelerinde kişi başına gelir 1240 dolar ve zenginlerle arasındaki fark ise 21 kattır. Tabii ki güney ülkelerinde de bölgeden bölgeye farklılıklar mevcut. Latin Amerika’da kişi başına düşen gelir 3840 dolar iken Afrika ülkelerinde 500 dolara kadar düşüyor(2).
Bu tablo ülke ve bölge bazında olmasına rağmen ülkeler içindeki gelir eşitsizliğini maskeleyebilmektedir. Örneğin gelişmiş/sanayileşmiş ülkelerin geliri dünya ülkelerine göre yüksek olmakla birlikte bu ülkelerde binlerce insanın evsiz kaldığını ve sosyal güvenceden yoksun yaşadıklarını göz ardı etmememiz gerekmektedir. Örneğin ABD’de nüfusun en zengin yüzde 20’si, gelirin yüzde 45,2’sine el koyarken; en yoksul yüzde 20, yüzde 4,8’lik gelirle geçiniyor. Ve halen dünyada günde 2 doların altında gelirle yaşayanların sayısı 3 milyarı bulmakta(3). Aynı şekilde yoksul ülkeler diye anılan “güney dünyasında”da belirtilen ortalama gelirin büyük bir kısmı küçük bir azınlığın elinde toplanmaktadır. Böylece zenginle yoksul arasındaki gelir uçurumu büyük bir hızla açılmaktadır.1960 yılında dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’sinin geliri, en yoksul yüzde 20‘sininkine göre 30 kat daha fazlaydı. 1997 yılında aradaki fark 74 kata çıktı.
Tüm bu ve benzeri veriler dünya ekonomisinin giderek büyümesine rağmen yoksulların konumunun daha iyiye değil daha kötüye doğru gittiğini göstermektedir. Bu da, egemen kalkınma ideologlarının “küreselleşme herkese zenginlik getirir” iddiasını yalanlayan gerçek kanıtlar olarak, tüm çıplaklığıyla karşımızda durur.
Eğer özgürlükçü, demokratik ve ekolojik yönelimli bir toplum ve dünyayı amaçlıyorsak, ilk olarak kalkınma ideolojisinin özünde yatan iktisadi ideolojiyi reddetmeliyiz.
Tabii ki bu reddediş kalkınma anlayışımızı yeniden düşünüp, tanımlamadıkça pek anlamlı olmayacaktır. Bugün her zamankinden daha çok doğayla uyumlu, çeşitlilik içinde birliği temel alan, iktisadi değil etiksel, toplumsal ve insani değerlerle şekillenecek, ekonomik büyümeye değil, tüketim kalitesinden farklı olarak gerçek yaşam kalitesine dayanan, yardımlaşmacı ve özgürlükçü bir kalkınma anlayışına ihtiyacımız var.
İşte kalkınma noktasındaki dünya görüşümüzü ekonomik kriterler dışında toplumsal ve insani değerlerle şekillendirir isek yaşamsal alanlarımızın korunmasını daha iyi anlarız.
İşte bundan dolayı ben Flamingo kuşlarının doğal yaşam alanlarının otel yapılacak gerekçesiyle yok edilmesine karşı çıkıyorum,Kazdağları’ndaki altın madencilerinin talanlarına karşı duruyorum, termikçilerin vereceği zararlara direniyorum.
Kısacası ben yaşamı ve insanları savunuyorum.
Küresel kapitalizmin para hırsı ile tüm değerleri yok eden yıkıcı, yok edici uygulamalarına karşı çıkmak bir insanlık görevidir.
1- Açlık ve yoksulluğun çocuklar üzerindeki etkileri için bkz. http://www.ttb.org.tr/yoksulluk_cocuklar/index.html 2- Mustafa Sönmez, Gelir Uçurumu-Türkiye’de Gelirin Adaletsiz Bölüşümü, Om Yayınevi, İstanbul 2001, s.104. 3-Mustafa Sönmez, age, s.107-123. |
Yaşamı savunmak… Geyikli yeni iskele bölgesinde Flamingo kuşlarının doğal yaşam alanı haline gelmiş küçük su birikintisi bulunan(azmak) toprakların Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tahsisli turizm alanları olduğu ortaya çıktı. Bu alan, bir yatırımcı çıkar ise yarın turistlik otel ve pansiyon olarak bir yatırıma dönüşebilir. Özellikli böylesi doğal alanların yok edilmesi konusu tartışılmalıdır. |
Bu tartışmanın özü esasında bir dünya görüşünün temeli ile ilgilidir.
Haberimizin başlığında da olduğu gibi konu kalkınma mı sürdürülebilir yaşam mı sorusunun irdelenmesidir. Çevre konusundaki tartışmaların temeli de budur. Bu sorunun cevabını analiz etmek için önce kalkınma kavramını analiz etmek gerekmektedir. Kalkınma sadece ekonomik kriter ile alınırsa insan kavramının yok edildiği mekanik bir işleyişe dönüşür. İnsan kavramını temel almayan bir kalkınma anlayışı dünyamızı felaketlere götürmekten bir rahatsızlık duymaz. Bu anlayışın tek temel yaklaşımı vardır kar etmek. Bunun içinde her şey mubahtır. Onun için Kazdağları’mızın yok olmasının,sularımızın, toprağımızın, havamızın kirlenmesinin, yaşamı bizler ile paylaşan diğer canlılara zarar verilmesinin bu anlayış için hiçbir önemi yoktur. Hepimizin üzerinde anlaştığı bir kavram vardır ; ‘sağlıklı olmak’ Bu kavramın sadece laf düzeyinde kalmamasını istiyor isek; sağlıklı olmanın ne demek olduğunu irdeleyelim.
Dünya Sağlık Örgütü sağlığı, kişinin ruhen, bedenen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlamaktadır. Buradan hareketle birinin sağlıklı olması demek sadece sakat ya da hastalıklı olmaması demek değildir. Bedeni kadar sosyal ilişkilerinin ve çevre ile ilişkilerinin de sağlıklı olması demektir. Bundan dolayı, pek çok düşünür bir toplumu ya da yaşam biçimini değerlendirirken en iyi göstergelerden birinin sağlık hizmetleri ve sağlık parametreleri olduğunu düşünmektedir. İnsana ve doğaya verilen değer insanların birbirleriyle ve doğal çevreleriyle kurdukları ilişkiler, bu ilişkilerden beslenen ya da beslenmeyen toplumsal, politik ve iktisadi ilişkilerine ve kurumlarına yansır.
Yaşadığımız küresel kapitalizm çağında yoksul daha yoksul zengin daha zengin hale geliyor; gelir adaletsizliği giderek artıp, yoksulluk küreselleşiyorken ekolojik problemler geri dönüşümsüz şekilde ilerliyor. Tüm bu olumsuzluklar diğer alanlarda olduğu gibi çarpıcı olarak sağlık problemlerinde daha açık olarak kendini gösteriyor. Örneğin bebek ve 5 yaş altındaki çocuk ölümleri artıyor, çocukların ve annelerin aşılamalarındaki yetersizlikler, sağlıklı içme sularının yokluğu, denizlerin ve atmosferin kirlenmesi, sosyal harcamaların kısılması ile sağlık problemleri daha da derinleşiyor(1).
Gerek dünyada gerekse Türkiye’de giderek büyüyen ve baş edilemeyecek boyutlara ulaşan toplumsal ve ekolojik sorunlarla yüzyüze yaşamaktayız. Dünyanın gelir üretimi yıldan yıla artarken ekonomideki bu büyüme, bir yandan yoksulların sayısında artışa neden olmakta öte yandan giderek sayıları azalan ayrıcalıklı bir azınlığın gelirlerini arttırmaktadır. Söz konusu olan sadece sistemin biteviye yoksulluk üretmesi de değildir. Yoksulluğun artmasının yanında, yoksulluğun ve sefaletin doğurduğu sağlıksız yaşam koşulları, insanlığı ve uygarlığın kazanımlarını yok edebilecek ekolojik krizle iç içe geçmekte ve her yeri sarmaktadır. Örneğin, 1998 yılında dünyanın geliri 28,8 trilyon dolar iken 1999’da 30,2 trilyon dolara yükseldi. Dünya Bankası raporuna göre 1999 yılında dünya ekonomisi yüzde2,7 büyüdü. Bu büyüme döneminde, “yüksek gelirli” diye adlandırılan ve dünya nüfusunun yüzde15’inin yaşadığı 24 ülke, toplam gelirden yüzde78’lik pay alırken; dünya nüfusunun yüzde 40,5’inin (2,4 milyar) yaşadığı düşük gelirli ülkeler ise yüzde 20’lik bir pay aldılar. Zengin ülkelerde kişi başına düşen gelir 25.730 doları bulurken düşük gelirlilerde bu rakam 410 dolar oldu. Aradaki fark 1530 kattır. Alt ve orta gelirlilerin yer aldığı “güney” ülkelerinde kişi başına gelir 1240 dolar ve zenginlerle arasındaki fark ise 21 kattır. Tabii ki güney ülkelerinde de bölgeden bölgeye farklılıklar mevcut. Latin Amerika’da kişi başına düşen gelir 3840 dolar iken Afrika ülkelerinde 500 dolara kadar düşüyor(2).
Bu tablo ülke ve bölge bazında olmasına rağmen ülkeler içindeki gelir eşitsizliğini maskeleyebilmektedir. Örneğin gelişmiş/sanayileşmiş ülkelerin geliri dünya ülkelerine göre yüksek olmakla birlikte bu ülkelerde binlerce insanın evsiz kaldığını ve sosyal güvenceden yoksun yaşadıklarını göz ardı etmememiz gerekmektedir. Örneğin ABD’de nüfusun en zengin yüzde 20’si, gelirin yüzde 45,2’sine el koyarken; en yoksul yüzde 20, yüzde 4,8’lik gelirle geçiniyor. Ve halen dünyada günde 2 doların altında gelirle yaşayanların sayısı 3 milyarı bulmakta(3). Aynı şekilde yoksul ülkeler diye anılan “güney dünyasında”da belirtilen ortalama gelirin büyük bir kısmı küçük bir azınlığın elinde toplanmaktadır. Böylece zenginle yoksul arasındaki gelir uçurumu büyük bir hızla açılmaktadır.1960 yılında dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’sinin geliri, en yoksul yüzde 20‘sininkine göre 30 kat daha fazlaydı. 1997 yılında aradaki fark 74 kata çıktı.
Tüm bu ve benzeri veriler dünya ekonomisinin giderek büyümesine rağmen yoksulların konumunun daha iyiye değil daha kötüye doğru gittiğini göstermektedir. Bu da, egemen kalkınma ideologlarının “küreselleşme herkese zenginlik getirir” iddiasını yalanlayan gerçek kanıtlar olarak, tüm çıplaklığıyla karşımızda durur.
Eğer özgürlükçü, demokratik ve ekolojik yönelimli bir toplum ve dünyayı amaçlıyorsak, ilk olarak kalkınma ideolojisinin özünde yatan iktisadi ideolojiyi reddetmeliyiz.
Tabii ki bu reddediş kalkınma anlayışımızı yeniden düşünüp, tanımlamadıkça pek anlamlı olmayacaktır. Bugün her zamankinden daha çok doğayla uyumlu, çeşitlilik içinde birliği temel alan, iktisadi değil etiksel, toplumsal ve insani değerlerle şekillenecek, ekonomik büyümeye değil, tüketim kalitesinden farklı olarak gerçek yaşam kalitesine dayanan, yardımlaşmacı ve özgürlükçü bir kalkınma anlayışına ihtiyacımız var.
İşte kalkınma noktasındaki dünya görüşümüzü ekonomik kriterler dışında toplumsal ve insani değerlerle şekillendirir isek yaşamsal alanlarımızın korunmasını daha iyi anlarız.
İşte bundan dolayı ben Flamingo kuşlarının doğal yaşam alanlarının otel yapılacak gerekçesiyle yok edilmesine karşı çıkıyorum,Kazdağları’ndaki altın madencilerinin talanlarına karşı duruyorum, termikçilerin vereceği zararlara direniyorum.
Kısacası ben yaşamı ve insanları savunuyorum.
Küresel kapitalizmin para hırsı ile tüm değerleri yok eden yıkıcı, yok edici uygulamalarına karşı çıkmak bir insanlık görevidir.
1- Açlık ve yoksulluğun çocuklar üzerindeki etkileri için bkz. http://www.ttb.org.tr/yoksulluk_cocuklar/index.html 2- Mustafa Sönmez, Gelir Uçurumu-Türkiye’de Gelirin Adaletsiz Bölüşümü, Om Yayınevi, İstanbul 2001, s.104. 3-Mustafa Sönmez, age, s.107-123. |