SAVAŞ, İNSAN DOĞASININ KAÇINILMAZ BIR TARAFI MI?

İnsanlık tarihine kısa bir bakış atarsak, türümüzün nefreti çok sevdiğini görebiliriz.

6447

 Antropolog R. Brian Ferguson’a göre bu durum, büyük ölçekli sosyal çatışmaların genlerimizde olduğunu göstermiyor.

 

Kendisi, savaşın bizim doğamızda bulunmadığını iddia ediyor. Fakat bu durum, ondan kaçınmanın kolay olduğu anlamına da gelmiyor.

 

İnsanlar, başarılarını boya ve taşlara yazdığı süre boyunca savaş, tanıdık bir hikaye olmuştu. Bu yüzden savaşın, insan olmanın temel bir parçası olduğunu düşünmemiz şaşırtıcı değil.

 

Peki, büyük ölçekli sosyal şiddet ne kadar kökleşmiş durumda? Bir benzetmeden alıntı yapacak olursak; insanlar doğal olarak savaş borazanlığı yapan ve dövüş arayan şahinler mi, yoksa silaha sarılmaya sürüklenen, barış sever güvercinler mi?

 

Geçenlerde savaş yanlısı varsayımlara karşı bir makale yayınlayan Ferguson, “Bu soruya geldiğimizde, bu alanda kesin olarak bir tartışma var” diyor.

 

“Fakat savaşa girme veya girmeme dürtüsünü, içinde yaşadığımız genel şartlar meydana getiriyor.”

 

Tabii ki, bombaların ve kurşunların sebep olduğu son zayiatları sürekli bildiren bir basın dalgası var. Savaşa susamışlığımızın tarihsel hikayelerinden; hatta birbirinin ardından mızraklarla koşan insan tasvirlerini gösteren mağara resimlerinden bahsetmeyelim bile.

 

Ancak, anlatılan hikayelerin ne kadarının temel bir şiddet özelliğini gösterdiğini ve bunların ne kadarının, korkumuzun ve bunu kayıt altına alma arzumuzun bir yansıması olduğunu bilmek zor.

 

Üstelik, ilk silahlı çarpışma tasvirlerinin hepsinin de göründüğü gibi olduğu varsayılıyor.

 

Ferguson, Scientific American dergisinin bir sayısında şu itirazda bulunuyor: “Bazı bilim insanları, bu mağara resimlerinde yer alan bazı eksik tasvirlerin kuyruklarının olduğunu belirtiyorlar ve bunlar ile kesişen kıvrım veya dalgalı çizgilerin, mızraktan ziyade şaman güçlerini temsil edebileceğini, bunun daha muhtemel olduğunu savunuyorlar.”

 

Kendi görüşlerimiz önyargılı olsa dahi, arkeolojik kayıtlar önyargılı değildir … değil mi? Kendisiyle rekabet halinde olan popülasyonları şiddetle kovmak üzere evrimleşmiş bir tür, geride bu saldırganlığın (antik zamanların ötesine uzanan) bazı sağlam kanıtlarını bırakmış olmalı.

 

Doğuştan gelen insan saldırganlığının şahin modelini savunanlar, tarih boyunca savaştan kaynaklanan ölümlerin yüksek miktardaki oranına dikkat çekiyorlar.

 

Antropologlar Steven LeBlanc ile Katherine Register, Sürekli Savaşlar isimli kitaplarında, “Ölümlerin yüzde yirmi beşinin savaş sebebiyle gerçekleşmesi, ölçülü bir tahmin olabilir” iddiasında bulunuyorlar.

 

Eğer bütün insanların çeyreğinden fazlası, bir çeşit grup şiddetinin doğrudan sonucu olarak öldüyse; bunun evrimleşme şeklimizde bir tür etki bırakmasını beklemek mantıklı olur.

 

Ancak Ferguson bu gibi rakamlara karşı çıkıyor ve bu yazarları cımbızlama yapmakla suçlayarak, şiddetli ölüm işaretlerinin savaş kaynaklı olmayabileceğini belirtiyor.

 

“Bireysel öldürme eylemi, sosyal grupların savaşıyla aynı şey değildir” diyor ve cinayetin, çok daha yaygın bir tehdit olabileceğini kabul ediyor Ferguson.

 

“Savaş, arkeologların bulabileceği fiziksel izler bırakır. Savaşın başladığı zaman ve yer, dünya çapındaki farklı yerlerde birbirinden çok farklıdır fakat, belirgin savaş işaretlerinin olmadığı binlerce yıllık zaman aralıkları bulunuyor.”

 

(İskelet hasarı işaretlerinden, iddia konusu silahlara ve savunma yapıları şeklindeki binaların rollerine kadar) birincil bulguların nasıl yayınlanacağına dair bu belirsizlik, şahin görüşü tarafındaki kanıtların ikna edici olma konusunda çok zayıf olduğu anlamına geliyor.

 

Eğer insanlar barışçıl olmaya yatkınsa, o halde neden savaşıyoruz ki?

 

Ferguson, Vietnam ve Afganistan gibi günümüze ait çatışmalarda araştırma yapan biri olarak; savaşın, geçmişimizin büyük bir bölümünde mevcut olmamış alışılmadık koşullardan ortaya çıkan bir istisna olduğunu tahmin ediyor.

 

Şiddet durumunda birbirimize karşı birleşiyoruz fakat bunun sebebi genlerimizin bizi bu şekilde yönlendirmesi değil; kendimizi, kaynaklarımızı kısıtlama tehlikesi oluşturan sınırların tanımladığı yerleşik, hiyerarşik topluluklarda yaşıyor halde bulmamız.

 

Ancak bu, her ihtiyacın karşılandığı ve herkesin bir güç bilinci paylaştığı bir dünyada, hiçbir türden şiddetin olmayacağı anlamına gelmiyor.

 

Harvard psikoloğu Stephen Pinker, 2011 tarihli Doğamızın Melekleri kitabında tam da bunu iddia ediyor ve şöyle söylüyor: “Temel nokta, her faninin sonsuza kadar huzura kavuştuğu bir Aquarius Çağı’na girmiş olmamız değil. Temel nokta, şiddette önemli azalmaların yaşandığı ve önemli olan, bunları anlamak.”

 

Pinker’ın kitabı gibi, Ferguson’ın fikri de bu konu üzerinde söylenmiş son söz olmayacak. Yeni bulgular ve yeni bakış açıları, insanların iğrençleştiği yerler ve zamanlar meselesine rötuş vermeye devam edecek.

 

Fakat, dünya barışını andıran bir şey uzak bir ihtimal olsa bile, bunu gerçekleştirirken kendi temel doğamızla da savaşmıyor olduğumuzu bilmek güzel olur.

 

Kaynak:

1- ScienceAlert

2- Ozan Zaloğlu (popsci.com.tr)