Sabiha Güler KOÇER

1610
SEVGİNİN ÖLÇÜSÜ
Sevgili Çanakkale Olay Gazetesi okurları;
Bu hafta sizlere benim çok sevdiğim, sizlerinde sevdiğinizi düşündüğüm bir halk ozanından bahsedeceğim. Okudukça ve tanıdıkça, insanın insanca duygularını harekete geçiren, bir hayat hikayesi bu ve ben kısaca bu sayfada ozanımızı anlatmaya çalışacağım.
1894 yılında Anadolu`nun unutulmuş bir köşesinde ve tabii yokluklar içerisinde doğar. Yaşadığı yerin koşullarının elverişsizliği yüzünden,hayatı boyunca hep mücadelelerle bir yerlere gelmeye ve sesini duyurmaya çalışır. Zaten o dönemlerde ve bu topraklarda yaşayan hiç bir Anadolu insanı yaşadığı hayattan memnun değildir. Ne tarlalarında ekinleri vardır doğru düzgün biçilecek;ne de gelirleri vardır, hayatlarını sürekli devam ettire bilecek.
1933 senesinde Cumhuriyetimizin 10.yıl kutlamaları için Ankara ya gider. Amacı kendini ve eserlerini tanıtmaktır. Ankara ya gitmesine gider ama nasıl gider biliyor musunuz? Yürüyerek. Tam üç ay sürer, yaya olarak gidilen bu Ankara yolculuğu. Yolculuğun sonucunda en iyi ihtimalle belki bir tane şiir okunacaktır. En kötü ihtimal ise hepimizin malumu. Okurken o kadar etkiledi ki beni bu yolculuk süreci, herhalde sizler de benim gibi düşünüyorsunuzdur.
Derken sonrasında keşfedilir, ozanımız. Yine kendisi gibi Türkçe sevdalısı bir folklor araştırmacısı ve şair tarafından keşfedilir. 1963 yılında T.B.M.M tarafından, Türk Diline katkılarından dolayı, maaşa bağlanır ozan.
Evlenmiştir ve çok sevdiği bir eşi vardır. Bir gece yataklarında uyuyorken, ki eşi daha uyumamıştır bile. Bekler kadın, kocasının uykuya dalmasını ve uyuduğundan emin olduktan sonra, yattıkları odada bulunan ve açık olan pencereden dışarıya çıkar. Dışarıda kadını, bir erkek beklemektedir. Bu erkek, ozanımızın karısının sevdiği erkektir. Arkalarına bile bakmadan uzaklaşmaya başlarlar oradan. Hem kaçarlar hem de korku duyarlar hayatlarından. Öyle ya evli bir kadın başka bir adama aşık olacak ve kocasını değil, aşık olduğu adamı seçip onunla kaçacak, yeni bir hayat kurmak için. O zamanlarda ve hala günümüzde de geçerli olan, NAMUS CİNAYETİ, sebebidir bu durum. Kadın ve aşık olduğu adam, artık tehlikenin tamamen geçtiğinden emin olduktan sonra mola verip dinlenmek isterler. Kadın yolculuğun başından beri ayakkabısında olan ve onu rahatsız eden şeyin ne olduğuna bakmak için, ayakkabısını ayağından çıkarır ve ayakkabısının içinde bir tomar kağıt para görür. Nereden gelmiştir ki bu para? Şu anda belki de en çok ona ihtiyaçları vardır. Sonrasında anlar ki bu parayı, uğruna başka bir adama kaçarak terk ettiği kocası koymuştur, ayakkabısına. Ozan her şeyi bilmektedir. Karısının sevdiği adamı, karısının onu terk edeceği günü. Ve sevdiği kadına yeni hayatında zorluk çekmesin diye, bir tomar para verir. Çevrede yaşayan hiç kimsenin kadının başka bir adamla kaçtığından haberi olmaz. Sessizliğine gömülür ozan.
Kadın ve sevgilisi geceyi geçirmek için, Kapadokya da bulunan harap bir kilisenin bahçesine girerler. Geceyi orada geçirirler. Sabah olduğunda, kadın sevdiği adamı yanı başında göremez. Bir şeyler almaya şehre inmiştir. Birden duvardaki resimleri fark eder, kadın. Kilise`nin duvarlarında İsa Peygamber`in freskleri vardır. (O dönemlerde, Anadolu da resmin günah olduğuna inanan, halk, resimlerdeki figürlerin, canlılıklarını kaybetmeleri için, fresklerin gözlerini oyarlarmış.) Ve hiç birinin gözü yoktur. Tekrar kocasını hatırlar kadın nereye gitse peşini bırakmayacaktır. Sanki duvarlarda ki resimler kocasına aittir.
Seneler sonra henüz 23 yaşlarında olan, bir sinemacı, bu hayat hikayesini okur ve etkilenir. Yakın bir arkadaşına anlatır bu projesini ve onunla birlikte filmi yapmak için kolları sıvarlar. Biri filme yönetmenlik yapacak diğeri ise senaryoyu yazacaktır. Sonunda bitirirler filmi. Filmin adı da bulunmuştur. Lakin denetleme kurulu beğenmez bu adı "Karanlık Dünya" da ne demekmiş, öyle bir dünya mı varmış der. Sonunda filmin adı "Aşık Veysel`in Hayatı" olarak değiştirilir.
Evet hayat hikayesinden küçük bir kesit aldığım, ozan Koca Veysel olup, onu bize tanıtan kişi ise "Orda Bir Köy Var Uzakta" gibi duygu dolu şiirleri yazan Ahmet Kutsi Tecer. Karanlık Dünya adını verdiği filmini çekmeye çalışan genç sinemacı Metin Erksan, yine aynı filmin senaryosunu yazan genç senarist Bedri Rahmi Eyüboğlu`ndan başkası değildir.
Yazıda adı geçen insanların hiç birisi artık hayatta değiller. Lakin her biri kendi konusunda en iyiler arasına girmiş, bu memleketin gurur kaynakları oldular ve hep olacaklar.
Geçtiğimiz ay Aşık Veysel`i 40. ölüm yıl dönümünde yeniden andık. 7 yaşında geçirdiği çiçek hastalığı yüzünden gözlerini kaybetmiş olsa da gören bir çok gözden daha iyi ve hassas gören başka bir göze sahipti Aşık Veysel. Ve ne tesadüftür ki Veysel benim sadık dostum dediği toprakla 21 Mart günü yani Bahar Bayramın da buluşmuş. Onun gibi daha nice büyük ozanlar yetiştiren bu topraklarda sevgilerimizin ve sevdalarımızın kardeşçe dillenmesi ve söylenmesi dileğimle...
Türkiye`nin kalkınmasında ve Türkçe`nin gelişmesinde emeği geçen herkese sonsuz minnet ve sevgilerimle... İyi ki varsınız.