RAKAMLARIN DAYANILMAZ CAZİBESİ

Zekine BAYRAM - Eğitim Sen Çanakkale Şube Sekreteri

4866

 

 

Rakamlar yaşadığımız dünyayı algılamamız ve anlamlandırmamız için geliştirilen  sembollerdir.  Somut, net ve evrenseldir… 1(bir)  rakamının dünyanın her yerinde karşılığı aynıdır. İnsanlık tarihine baktığımız zaman yaşanan bütün toplumsal, siyasal ve ekonomik göstergelerin karşılığı rakamlarla somutlaştırılıp yorumlanmaya çalışılır... Rakamların büyüklüğü veya küçüklüğü olayın veya olgunun bazı durumlarda olumlu bazı durumlarda ise olumsuz değerlendirilmesine neden olabilir.

 Ekonomimiz yüzde kaç büyüdü, işsizlik oranımız, enflasyon oranı ne kadar azaldı –arttı derken kastımız yaşadığımız ülkenin refah düzeyini anlatmaktır. Rakamların diliyle konuşmaya başlayınca artık her şeyi değerlendirme kriterimiz rakamların büyüklüğü ve küçüklüğüne göre değişiyor. Rakamların büyülü gerçekliği sadece ekonomi değil eğitim, sağlık, üretim araçları ve siyaset olmak üzere toplumun bütün dinamiklerini anlamlandırmanın en önemli ölçütü oluyor.

Korona günlerinde sağlık çalışanlarının durumu, kuryelerin yaşadığı sorunlar, günlük işlerle geçimini sağlamak zorunda olan insanlar, geçim kaynağı olan dükkanlarını(berber-kuaförler, kafeler vs.) kapatınca yaşamlarını nasıl sürdürdükleri değildi derdimiz. Her akşam sağlık bakanının yaptığı açıklamada da zihnimize kazınan fotoğraf küçük bir tablodaki rakamlardan ibaretti. Bu günler geçip gidince de uzun bir süre o tabloyu unutmayacağımızdan eminim…

 Bu yazının konusu ekonomiyi, sağlığı veya siyaseti tartışmak olmadığı için bir eğitimci olarak eğitimi rakamların dilinden anlamlandırmaya çalışacağım. Ayrıca yanlış anlaşılmasın rakamlarla hiçbir derdim yok;  benim derdim o rakamların temsil ettiği bireylerin payına düşen... TÜİK’in 2019 istatistik değerlerine göre Türkiye genelinde 6 yaş ve üzeri nüfus içinde okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 96.97 olarak kayıtlara geçmiş. Gurur verici bir tablo… Ama bu gurur çabucak yerini hüzne bırakıyor. Zira bu 96.97 sayısının içinde çalıştığım(bir çoğunuzun da tanık olduğu) okullardan mezun olan öğrencilerim geliyor gözümün önüne ve rakamların aldatıcı diliyle yüz yüze gelince yüreğim sıkışmaya başlıyor.  Lise çağında, kitabındaki metni akıcı bir şekilde okuyamayan, okuduğunu anlamakta güçlük çeken ve dört işlemi yapmakta zorlanan öğrencilerim…  Ailesinin geçimine katkı sunmak için sabahın dördünde Pazar tezgahı kurmaya giden, sanayide çalışmak zorunda olan ve annesi babası tarlada çalışabilsin diye evde kardeşlerine bakıp temizlik yapan kız çocukları… Maddi yetersizlik nedeniyle örgün eğitimi bırakıp “ açıktan okuyacağım hocam” diyen öğrencilerim… 2019’da ÖSYM’nin yaptığı YKS’de ( Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı) 2.3 milyon öğrenciden 628 bin 796 kişi TYT’de ( birinci sınav) 40‘ar sorudan oluşan 4 testten toplam 160 sorudan 15 tanesini doğru yapamadığı için barajı aşamayan öğrenciler.  Ayrıca puanı hesaplanmayan (hiçbir soruyu yapamadığı için 0 alan) 14 bin 971 öğrenci de bunun içinde... Bu sınav sonuçları aslında yukarıda değindiğimiz yüzde 96.97 okur yazar(!) oranı hakkında daha sağlıklı bilgi veriyor...

 Bölgesel  faktörler  ve sosyo - ekonomik zorluklar nedeniyle birçok sorun  yaşamasına rağmen maddi manevi bütün sınırlarını zorlayarak okuluna giden  ve eğitimine devam eden öğrenciler 16 Marttan itibaren okulların tatil edilmesiyle birlikte eve kapandılar. Koronanın ülkemize gelişi ve bilinmezliğin verdiği bütün korku, kaygı ve çaresizliği bizimle birlikte yaşayan çocuklarımız...1 haftalık tatilin ardından MEB’in uzaktan eğitim yayınları başladı. 20’şer dakikalık, problemli içerikler ve düz bir anlatımdan oluşan dersleri kalabalık aile ortamında televizyonu olmayan varsa da salonda bütün aile fertlerine ait olan televizyondan ders takip etmeye çalışan çocuklar ile özel odasında özel okulunun canlı bağlantıları ile özel derslerine devam eden ayrıcalıklı azınlık çocukları aynı dönemde uzaktan eğitime başladı.

Tatilin başladığı anda yaşanan kaostan dolayı insanların çok üzerinde durmadığı ama biz öğretmenlerin fısıltı halinde konuştuğumuz okulların bu dönem açılamayacağı kaygısı yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı. MEB’in “EBA üzerinden ödev verin, canlı dersler verin, öğrencileri takip edin ve rakamları bildirin” baskısı bu sefer öğretmenleri kıskaca almaya başladı... Rakamların dayanılmaz cazibesi bu sefer öğretmenlerin sokulduğu bir yarışa dönüştü. Şimdi gündeme hangi öğretmenin ne kadar canlı ders yaptığı, ödev verdiği ve kaç puan aldığı konusu hakim.  Evet,  EBA üzerinden yapılan her işlem öğretmene de öğrenciye de puan olarak dönüyor. Ne yazık ki bu puanların hizmet puanına ekleneceği ile ilgili söylentiler bile çıktı,  insanların yıllarca en ücra köylerde alın teri ve emeği ile aldıkları puanı bilgisayar başında iki tuşa dokunarak almanın cazibesi bazı öğretmenleri çok etkilemiş görünüyor.

Buradan bu öğretmenlere şunu sormak gerekiyor: Öğrencinizin halini sormak yerine iftar menüsünü sorarak, okul sıralamasında geride kaldığı için öğrenciden beğeni isteyerek öğrencilerinizin eğitim hayatında nasıl bir fark yaratıyorsunuz?

MEB’e ise soracağım soru şu: Öğretmenleri yarışa sokarak, zorlayarak, eğitimin kalitesini artırabilecek misiniz? Yüz yüze verilen eğitimle bile durum ortadayken evinde bilgisayarı olmayan varsa bile interneti olmayan öğrencilerin sayısını görmezden gelip EBA üzerinde çıkarılan istatistikler ile her şeyin iyi gittiğine inanmaya devam mı edeceksiniz?

Zor zamanlar yaşıyoruz.  Genci ayrı , yaşlısı ayrı, ana – babası ayrı, karnımızı doyurup  ruh sağlığımızı korumak  bile büyük başarı... Olabildiği kadar birbirimize destek olup, öğrencilerimizle iletişim kurmaya devam edelim. Motivasyonlarını artırabilmek ve ne kadar öğrenebiliyorlarsa onu sağlamak bile büyük başarı... Karşılığı puan olmasın, bir gülüş yeter diyen meslektaşlarıma saygıyla...