Ofreneion'dan Erenköy'e... (16)

GÜNEŞİN DANS ETTİĞİ, RÜZGARLARIN ŞARKI SÖYLEDİĞİ YER; ERENKÖY

4161
Günümüz dünyasında, bir yandan küreselleşme, globalizm, küreselleşme gibi kavramlar söylemi sürürken, özellikle içinde yaşadığımız bölgede, mikro milliyetçilik akımlarının yükselişini görüyoruz. Bu akımlar da, tüm milliyetçilik akımları gibi, kendi ideolojilerine desteği tarihten bulmaya çalışıyorlar. Bunun için, tarih yazanlar, çoğunlukla bilinçli üstünlük iddialarını temellendirecek, çatışmalara, gerginliklere meşruiyet kazandıracak "ötekiler" yaratmaya katkıda bulunuyorlar. Bunları bilinçsiz yapanlar da olabilir. Bizlerin görevi, gerginliklerin artmasına katkıda bulunacak tüm etkinliklerden uzak durur ve bunları teşhir edersek, barışın yaygınlaşmasına yardımcı oluruz. Asli görevimiz bu olmalıdır. 
Her ne kadar, kulağa çelişkili, zıt, karmaşık gelse de Yunanlıların çoğunun (biraz) Türk, Türklerin de çoğunun (biraz) Yunanlı olmalı gibi, resmi tarihten bazı imgeleri çıkardığımızda, barışın temellerini sağlamlaştıracak, gerçeğe yakın bir başlangıç noktası olabilir. Birbirimizden ayrıldığı gerçeği göz önünde tutulduğunda, bizleri birleştiren unsurların siyasi ve ahlakı açıdan teşvik edilmesi gerekmektedir. Bizi birbirimizden ayırmayacak farkları baskı altında tutarak, susturmadan, kitle iletişim araçları (başta televizyon) eğitim sistemlerinde serbestlik sağlanmalıdır. İhtirasları, kibirleri, akıl ve zekalarının çok önünde yürüyen yöneticiler; barışın yaygınlaşmasına, kökleşmesine engel beyinlerdir. "Dağların doruklarında ot bile bitmezmiş" en verimsiz noktalardır. Oysa; en verimli alan ovalardır ve tüm renklerin harman olduğu, güzelliklerin sergilendiği yerlerdir. Güzellikler arasında nefret olamaz, çatışma olamaz... En büyük sorun, tarih yazmaya çalışanların, çalışmalarını sosyal-politik, kültürel temele dayandırmalarının zorluğudur. Genellikle birbiriyle çatışan, ulusçu ideolojilerin damgasını taşıdığı anlar ve dönemler vardır. Kendi kültür dairesi ile mesafesini korumak gerçek bir iç gözlemin olmaz koşuludur. Tarih yazmak, birey için, başka ülkeler, toplumlar hakkında konuşmak, yazmak kolaydır. Kendi ülkesi söz konusu olduğunda ise, birey duygularının esiridir. Her ne olursa olsun, ırkçı, milliyetçi egoyu kutsamak yerine, ona "öteki" gözüyle bakmayıp onun tarihini ve kültürünü tanıyıp, onun yaratıcılığına değer verip onurlandıran, onun tutkularını ve ıstıraplarını anlayan bir eğitim ruhu yaratmak gerekir. Sanat, bilim ve kültürü, ulusçu demagojinin aleti olmadan, belli bir kesimin çıkarlarına hizmet etme tuzağından kurtularak, din ve farklı kültürlere dayalı grupları bir araya getirmede katalizör görevi gören bir eğitim işlevi hayata geçirilmelidir. Farklı etnik kökenden gelen, ya da ilham alan şarkılardan, türkülerden çıkarmak yerine; okullarda yerel lehçelerin öğretilmesini yasaklamak, baskı altına almak yerine; bunların bir hazine olduğu şeklinde değerlendirilmelidir. İnsanları, aralarında bölen din, dil, ırk değildir; kibirdir, ihtirastır. Bunların sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik veya dinin belirli grupların emellerine, çıkarlarına alet edilmesinden ortaya çıkan tutarsız, ideolojik yapılanmalardır. Farklı dilimiz, farklı dinimiz olsa da mahallemizde, ülkemizde, bölgemizde, dünyada barıştan yana olmak zorundayız. Geçmişte yaşananları, göz önünde tutarak, aynı yanlışlara düşmemek zorundayız... 
BAÐCILIÐIN ERENKÖY EKONOMİSİNE KATKILARI 
Bağcılık için en elverişli iklim kuşağında yer olan Erenköy`de, "bağcılık" antik dönemlere kadar uzanır ve ekonomik öneme sahip ürün üzümdür. Büyük çoğunluğu, küçük ölçekli aile tarımı yapan Erenköy`de, ekonominin omurgalarından biri üzümdür. Her ailenin bir bağı vardı ve bu bağdan yetişen üzümlerden çok kaliteli şaraplar yapılırdı. Büyük çapta bağcılık yapanlar da mevcuttu. Elde ettikleri katma değer ürünleri, ihtiyaçlarından fazlasını, İstanbul ve İzmir`e pazarlarlardı. Şarapçılığın gelişmesinde, önemli nedenlerden biri de Hıristiyanlık dininde şarabın günah değil, kutsal sayılmasıydı, dini törenlerde, kutsal günlerde, eğlencelerde fazla tüketilmesiydi. Bunun yanında çevre Müslüman köylerde bağcılık yok denecek kadar azdı. Üzüm yetiştirseler de "pekmez" yapımında ve sofrada yiyecek üzüm yetiştirilirdi. Erenköy`de herkes üzümcü ve herkes şarap yapımcısıydı. Her evin bahçesinde 3x4 veya 4x4 ebadında büyük bir üzüm çiğneme havuzu ve büyük havuzun alt kademesinde 1x1 ebadında büyük havuzdan çiğnenmiş üzümlerden çıkan suyun biriktiği, bir-bir buçuk metre derinliğinde küçük bir havuz vardı. Büyük havuz, küçük havuza boruyla bağlıydı. Büyük havuzdan akan üzüm şırası, küçük havuzun dolmasıyla boşaltılırdı. "HASAT" edilen üzüm, "KÜFE"lere doldurulur, "KÜFE"ler kağnı, at arabası, katır veya eşeklere yüklenerek köye getirilirdi. Küfelerden büyük havuza boşaltılan üzümlerin çiğnenmesi ve suyunun hiç kalmaması çok önemliydi. 
GENÇ KIZLARIN ÇİÐNEMESİYLE OLAN ŞARAPLAR 
Şarabın oluşmasında kızların rolü; üzümler havuza boşaltıldıktan sonra, evin ve mahallenin genç kızları, imece usulü bir araya gelir, sanki bir tören yapar gibi, ayaklarını yıkarlar, eteklerini yukarıya kaldırarak bellerindeki kemerin içine etek uçlarını sıkıştırırlar. Artık üzümler çiğnenmeye hazırdır. Ve havuza girilip çiğnenmeye başlanır. Üzümler ezilirken bilinen şarkı, türkü, mani toplu olarak söylenir. Saçlarının üzüme karışmaması için başları çemberle bağlıydı. Üzümler, şarkı, türkü, sevgi ve aşkla yoğrulurken, hemen havuzun yanında yedi-sekiz "kazan" kurulur ve ateşler yakılırdı. Genç kızlar, mani söyleyip üzümleri ezerken, daha yaşlı kadınlar ateşle ilgileniyorlardı. Küçük havuza dolmaya başlayan "ÜZÜM ŞIRA"larını saplı bakır bakraçlarla havuzdan alıp kazanlara dolduruyorlardı. Dolu kazanlar, kaynamaya başlayan kazanlar, ağaçtan kürek ve kepçelerle sürekli karıştırılıyordu. Meşe odunlarının ateşinde kaynayan üzüm şırası, pekmez kıvamına gelinceye kadar kaynatılırdı. Ezilen üzümlerin suyu tamamen bittikten sonra, havuzdaki küspeler dışarıya atılır, yeni taze üzümler havuza doldurulurdu. Ahenk içerisinde söylenen şarkılarla, manilerle genç kızlar, çıplak ayakla, çıplak bacakla, ezmeye devam edilirdi. Daha kaliteli üzümlerin şırası şarap yapımı için ayrılırdı. Şarap için ayrılan şıra, 80-90 santim çapında, ağzı olan tandır biçiminde yer kazılarak, bir-bir buçuk metre derinliğinde özel yapılmış "ŞARAP KÜPLERİ" toprağın içine yerleştirilirdi ve şarabın oluşması burada sağlanırdı. Toprağın nemini ve serinliğini alan şarabın tadına doyum olmazdı. Genelde bu yılın üzümlerinden yapılan şarap, içilmeye bir yıl sonra başlanırdı. Hava ile temas etmeyen bu şaraplar, yıllarca bekleyebilirdi. Geçen bu zaman içerisinde, şarap daha da olgunlaşarak "PELTE" haline gelirdi. Bu şaraplar, çok özel günlerde, katılılığının geçmesi için su ilave edilerek içilirdi. Aynı işlemi bütün Erenköylüler yapıyordu. "ŞARAP" ve "RAKI" tüketimi çok olduğundan "SARHOŞ KÖY", "GAVUR KÖY" olarak tanımlanıyorlardı. Her ne olursa olsun, şaraplar ünlenmişti, çünkü güzeldi. Büyük çapta üzüm yetiştiriciliği yapanlar, ticari amaçlı olduğu için üzüm şırasını "İŞKENCE" veya "MENGENE" denen aletlerle daha seri olarak sıkarlar, "TAHTA FIÇILARDA" Çanakkale, İstanbul ve İzmir`e pazarlarlardı. Üzün küspelerinden sirke de yapılıyordu. Kalanlar, hayvan yemi olarak kullanılıyordu. Üzümün şırasından kaynatılarak, koyulaştıktan sonra çarşaflar üzerinde kurutularak "CEVİZLİ PESTİL" yapılırdı. Kış aylarının vazgeçilmez yiyeceklerindendi. Pekmezle çeşitli tatlılar, çörekler ve kurabiyeler yapılırdı. Bağlar ilk olgunlaşmaya başladığında, "KORUK SUYU" serinlemek için yapılır, bağ yapraklarından "SARMA DOLMA", kışın yemek için de salamura bağ yaprağı konserve olarak depolanırdı. Hemen hemen tüm ürünlerin konservesi yapılırdı. "KARADUT"tan şarap, incir ve erikten rakı yapılırdı. Karadut şarabının özel bir önemi vardı. Sağlık açısından da kullanılırdı. Konserveciliğin yanında "REÇEL" yapımı da çok yaygındı. Doğadaki tüm ürünlerden reçel yapılırdı. "ÇAM KOZALAÐI"ndan bile "KOZALAK REÇELİ" yapılıyordu. Ama asıl rağbet gören, en başta domates, karadut, ayva, incir reçelleri geliyordu. Bütün bunlar evlerde yapılan yiyeceklerdi. Bu reçellerin yapımında en zahmetlisi olan ve en lezzetlisi olan "DOMATES REÇELİ" idi...
Karadut; Erenköy`de Karadut bolluğu vardı. Her üzüm bağında, mutlaka 2-3 tane karadut ağacı vardı. Bunun dışında, yol kenarlarında, ormanlık alanlarda, boş alanlarda karadut yetiştiriciliği yapılıyordu. Özel bakım istemeyen bu ağaçların bolluğu Erenköy`de "İPEK BÖCEKÇİLİÐİ"ni de geliştirmişti. Öyle ki; köyden denize inen yolun adı da "SIRA DUTLAR" olarak geçiyordu. Yolun sağı-solu, karadut ağaçlarıyla kaplıydı. Bu ağaçların meyveleri, gıda, reçel yapımından başka, bebeklerin ağızlarında oluşan yaraların tedavilerinde kullanılıyordu...