Nurettin ABACIOĞLU
Çanakkale içinde aynalı çarşı…
Şehrin kendisi anıt; ve her taraf kabir. Öyle olunca, işte yeni “anıtkabir”…
Çanakkale’den bahsediyorum…
Üniversite Konseyleri Derneği (ÜKD), geçtiğimiz hafta sonu, yani 24-25 Kasım’da aylık Yönetim Kurulu toplantısını ve son YÖK taslağını da değerlendiren bir dizi etkinliği bu üniversite kentinde yaptı.
Toplantılar kendi kendine de yapılmadı. Kent yerelinin üniversite ile ilgili sendika ve demokratik kitle örgütü temsilcileri; ÇOMÜ’den (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi) baskı, yıldırma altında bunaltılan kimi öğretim elemanları, YK toplantısının bileşeni oldular. Panel, kentin nikah salonunda, oturacak yerin kalmadığı ve dinleyenlerin ayakta izlediği bir katılım ortamında gerçekleşti.
ÜKD Çanakkale’de yerel basınla da temas kurdu. Erişebildiği Çanakkale’lilerle görüştü ve kente gelmeden önce bildiği bir gerçekle yüzleşti. Üniversite ve kent arasında ciddi bir gerilim var ve siyasi iktidar, ÇOMÜ üzerinden kent üzerinde önemli bir deney gerçekleştiriyor…
Tekrar başa sarıyorum…
Çanakkale tarihsel olarak Troy; Çanakkale tarihsel olarak Dardanos ve kent tarihsel olarak en önemli su geçitlerinden birisi. Öyle bir su geçiti ki, emperyalist işgale ilk direnişin sembolü…
Çanakkale tarihsel olarak Anadolu kurtuluşunun ilk habercisi; Çanakkale tarihsel olarak “Hektor’un öcünü”, emperyalistlerden alan devrimci durumun ilk kıvılcımı; Çanakkale tarihsel olarak Sovyet devrimine de dayanç, direnç ve utkuyu kazandıran tarihsel öncü kavşaklardan birisi…
Çanakkale’nin her yanı tabya; Çanakkale’nin her yanı şehitlik; Çanakkale’nin her yanı, savaşan taraf oğullarının bugün koyun koyuna kardeşçe yattığı bir barış kenti…
Çanakkale bir anıtkabir kenti… Çanakkale Anadolu’nun makûs talihini yenmeye açılan ilk kapı örneği olmaktan; bugün “yeni cumhuriyetin” alternatif anıtkabir kenti olmaya rahvanı tırıs uçurulmakta olan bir kurgu coğrafyası. Çanakkale’nin üniversitesine de belki biçilmiş misyon, bu dönüşümün simgesi olmak. Bunlar bir fantezi olmaktan çok; tanış olduğumuz Çanakkaleli insanların bizimle paylaştıkları, anlattıkları ve yaşamlarına dayatılan çelişkilerden damıtarak aktardıkları…
Çanakkale’nin türküsü, içindeki “aynalı çarşı”; Çanakkaleli’nin halen sevdası, “ana ben gidiyom düşmana karşı”. Çanakkale’nin her yanı barut kokusu; Çanakkale’nin iklimi, poyrazın esintisinde üşüyen bir bahar havası…
Çanakkale’nin Seddülbahir tabyası, baba dedemin, “sarı paşanın” onbaşı emireri olduğunu, yaşadığı sürece gururla taşıdığı “rütbe” ve kocaman bir gözyaşı… Çanakkale, İngiliz, Fransız zırhlılarına kaması kırık toplarla direnilen, emperyalizmin beline vurulmuş en ağır savaş baltası…
Buraya şerh düşülen de böylesi bir tarih okuması…
Çanakkale bir mitler ülkesi. Anlatılan efsanelerin ucu bucağı, ciğere dolan soluk kadar engin, hafif ve naif… Bulutları yırtıp, dörtnala düşman üstüne çöken kanatlı dervişan asker taburları “yeni anıtkabir” retoriğinin belki de en önemli ayrıntısı… Anlatılanlara bakılırsa; siyaset, taraftarlarını buralara hac seferlerine taşıyor. Hikayeler, menkîbeler bulutlardan, gökten yere ruhani bir düzlemden akıtılıyor. Anlatılanlar içinde bir düşman var ve fakat ne adı konuyor; ne de emperyalist işgalden bahsediliyor. İşin içinde “sarı paşa ve askerleri” falan yok. Muhtemeldir ki, kökü kazınarak unutturulmaya çalışılıyor. Muhtemeldir ki, Çanakkale savaşları enstitüsü çalışmaları, yeniversiteye; ve antiemperyalist tarihsellik, dinsel bir retoriğe dönüştürülmeye çabalanıyor. Böylece tarihine, kimliğine, kültürüne yabancılaştırma ve koparma, “bir gün başarılırsa” Çanakkale, ikinci Cumhuriyet rejiminin yeni anıtkabir kenti olmaya dörtnala koşturuluyor.
Bu nedenle üniversite ve Çanakkale halkı, karşılıklı gerilimler yaşıyor. Kimi siyaset ve akademi erbabı, ellerindeki medya organlarıyla Çanakkale halkına “sarhoş” ve “tembel” diye saldırıyor. Anlatılan ve anlaşılanlara bakılırsa lâflar, sözcükler, demeçler havada uçuşuyor ve Çanakkale’den başlıyarak yenilmesi gereken bir yeni makûs talih o coğrafyada örülüyor…
Bu; yeni rejimin bekâsı adına, “deniz kentlerinin” siyaseten ele geçirilmesi davası gibi görünüyor. Bu, 23 Cumhuriyetinin ileri taşınması gereken bütün toplumcu değerlerine, köküne kibrit suyu akıtılması operasyonu olarak şekilleniyor…
Tü-YÖK yasa taslağı yeni rejimin en önemli haberci kavşağıdır.
Tü-YÖK işini tarihsel olarak ikiye ayırmak gerekir. İlk uçbeyi “24 Ocak karaları”dır. 24 Ocak; toplamda altı maddeden oluşan ve memleketi “yeni emperyalizme” teslim etmenin yerli işbirlikçi kavşağıdır. Emekçinin kafasına geçirilecek bu küllâh, bir “finans-militer faşist darbe” ile zorla, zorbalıkla kabul ettirilmiştir. Darbe ve komprador rejim, 82 Anayasası ile tescil edilmiştir. Rejimin tüyolarını içinde taşıyan YÖK Kanunu ise, Anayasa’dan önce yani 1981`de kabul edilmiştir. Yeni rejime direncin olup olmayacağı, öncelikle üniversite üzerinden denenmiştir. Öyle ya; üniversite, aydınlanmanın ocağı ya.. Öyle ya; toplumların ileriye doğru tarihsel akışına karşı olan “gericilik” akademide tutunamaz ya… Öyle ya; üniversitenin derdi toplumsal yararı, kamusal alandan önceler; doğruları saptar ve bunları bilimin süzgecinden geçirir ya… Öyle ya; üniversiteli, ölümüne bilimini ve gerçekliği, yalnız gerçekliği savunur ya… Öyle ya; üniversite piyasa aparatı, mülkiyet rejimi ideologu değildir de, toplumların tarihsel gelişime ışık tutan evrensel kurumdur ya…
YÖK kanunu çıkarıldığında, manzara neydi diye sorulacak olursa; belki de evrensel değerlerini ilk o zaman satışa çıkaran ve finans-militer rejimle ilk anlaşan kurum ve hepsinden önemlisi susan kurum üniversite olmuştur. Ondan sonra da iş kolaylaşmış ve rejimin meşruiyetini olumlayan akademi yedekliğinde, 12 Eylül Anayasası Türkiye’nin geleceğine ilk kılıcı atmıştır.
İşin uluslararası ayağına gelince; Dünya Ticaret Örgütü`nün (DTÖ) kuruluş süreci de tam da bu tarihlerde başlar. Kapitalizmin dayattığı devrevi krizlerin en ağırlarından birisinin geçildiği bu süreçte, “kapitalizmin yeni restorasyon çağı” da başlar. “Uruguay Raundları” adıyla, başta ABD, bir dizi merkez kapitalist hegemon devletin, dünyaya yeni düzen verme macerası, tarihe yeni bir başlık açar. Dünyada serbest piyasacılığın Kabe’si, yani “DTÖ” için bir dizi siyasi, iktisadi, hukuksal düzenleme ve yaptırımlarının kotarılması, ta, 1995’e değin sürdürülüp gelir ve GATS anlaşması imzalanır. On bir temel hizmet alanı, kamusaldan çıkarılıp, tamamen piyasaların “bırakınız yapsınlar; bırakınız geçsinler” insafına bırakılır. Bunun içinde, tıpkı halkların can damarı olan “sağlık hizmetleri” gibi, “eğitim” hizmetleri de yer alır. Hizmetin, tamamen piyasa ajanslarına dönüşümü, ilköğretimi kapsadığı gibi yükseköğretimi de içine alır. Türkiye siyaseten bu hükümlerin hepsinin altına imza koyar. İşte YÖK’ün, Tü-YÖK’e dönüştürülme macerası tam da bu bağlama oturmaktadır. İşin ilk laboratuvarı Avrupa Birliği’nin “Bologna Süreci” denilen yükseköğretimin piyasalaştırma projesinde çözümlenirken ve Türkiye bu deneye dahil edilme sürecinden, bugün tam dönüştürülmeye, yine işte bu târikten varır…
1980`ler sonrası iktidara gelen bütün siyasi özneler, “yeniversite” işlerinden tam çalışkanlıkla katkı koyarlar. Bu süreçte Türkiye üniversiteleri, cılız sesler hariç, külliyen ve tam gaz işin direksiyonuna tutunurlar. Aydınlanmacılık, kamuculuk, gericiliğe karşı duruş, piyasalara reddiye ve bağlamıyla bilimine sahip çıkma üniversite içinde “marjinal dinozorlar” denilen, solcu eskilerinin söylemi olarak tanıtılır. İş bir karabasan, ülkenin üzerine çöken esasen bir kâbustur ve fakat yeni rejim dönüşümleri siyasi meşruiyetini her seferinde üniversite üzerinden yeniden ve yeniden sağlama alır… Öyleyse bir şeyler dönüştürülecekse yapılması gereken işin ilk adımı da böylece daha iyi anlaşılır. Anlaşılan şudur ki, “yeni rejim ve tarihsel dönüşümler” ilk önce üniversite üzerinde laboratuvar denemesinden geçirilmelidir. İtiraz yok, ittifak varsa, gömlek bütün toplum üzerine giydirilebilir…
Şimdi yapılan iş tam da bu ölçektendir. Artık İkinci Cumhuriyetin “yeniversitesi” kurgulanmalıdır. Üniversite tam bir serbest piyasa alanı olarak sermayeye açılmalı, kamunun içindekilerin belki de özelleştirilmeleri dahil, alan şirket sermayelerine peşkeş çekilmelidir. Çokulusluluk işi, yabancı üniversitelerin Türkiye’de konuşlandırılması ile yeniden şekillendirilmelidir.
Siyaset bu tavrında fütürsuzdur. Hazırlanan taslak “mıştır gibi yapılarak” tartışmaya açılır… Oysa açılan belgenin altına YÖK beyleri şu lafı yazmaktan da imtinâ etmezler. Derler ki; bu belge varolan anayasaya uygunluğu gözetilmeden yazılmıştır. Yani yeni anayasada neyin kotarılacağı, tıpkı 1981 YÖK kanununda olduğu ve 1982 anayasasının ona göre düzenlendiği bağlamından, gözlerimize şimdiden sokulmaktadır…Belge; taslak; tasarı, adına ne derseniz; yeni rejimin şekli, şemali ve onun Cumhuriyet akideleri, üniversiteden gelecek işbirlikçi sesler ya da karşıtlıklarını törpüleme çerçevesinde biçimlendirilecek veya gündem edilecektir…
O nedenle; ÜKD, Çanakkale’de sıradan gibi görünen ve esasen tarihsel bir toplantı yapmıştır… O nedenle; ÜKD, akademik bilimsel birikimini, siyaseten Türkiye okumaları üzerine Çanakkale’de bir kez daha yoğunlaştırmıştır. O nedenle şimdi ÜKD, toplantı sırasında önüne çıkmayan isimsiz ÇOMÜ akademisyenleri tarafından iktidara hedef olarak gösterilmekte, marjinal ve aşırı solcu olmakla suçlanmaktadır. O nedenle; ÜKD orada ezilmeye, yıldırılmaya çalışılan akademisyenlerle daha fazla dayanışma ve mücadele geleneğini zenginleştirme kavşağına varmaktadır. O nedenle; ÜKD, üniversiteyi, bilimi ve Türkiye`nin geleceğini ortaklaşa savunma işi için yeni bir mücadele perspektifi ortaya koymaktadır… O nedenle; ÜKD geleceği, üniversite üzerinden de okuyacak bütün örgütlülüklerle beraber yeni bir takvim örmektedir…
İşin özeti şudur: Ya şimdi üniversite savunulacaktır; ya da yarın, elde üniversite kalmayacaktır. Şimdi ve bu Tü-YÖK için akademi tarihini yeniden öremeyecek bir üniversite kimliği, sonra siyasi iktidar yardakçılığında aile fotoğrafı çektirmeye devam edecektir…
Haydi en gür sesle türkü söylemeye devam…
“Çanakkale içinde aynalı çarşı; ana ben gidiyom düşmana karşı…”
“Bu davet bizim…”
Nurettin Abacıoğlu
Üniversite Konseyleri Derneği (ÜKD)
Yönetim Kurulu Başkanı