KİN TUTMANIN KİTABINI YAZMAK!
SÖZÜN ÖZÜ: “İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.” MONTESGUIE
Değerli okurlarım, düşünerek hareket etme ve empati yeteneği gelişmemiş olanlar da kin tutmanın ve çok konuşmanın baskın olduğuna tanık oluruz. Düşünmek içinde okumak gerekir ama bizde o da yok!
Örneğin:
* Okumadığımız için; trafikte yaşanan kavgalar, kazalar can kayıpları dur durak bilmiyor!
*Okumadığımız için; arazi anlaşmazlıkları nedeniyle akrabalar bile ya birbiriyle dargın, ya da birbirini katledebiliyor!
* Okumadığımız için; yolsuzluklara, haksızlıklara sessiz kalıyor, görmezden geliyor ve kimi zaman hak veriyoruz!
* Okumadığımız için; demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini, şeffaflığı, saygıyı, erdemli insan olmayı yeterince başaramıyoruz!
* Okumadığımız için; hurafelere, dogmalara ve Arap hikayelerine daha fazla inanıyoruz!
* Okumadığımız için; dürüst ve yetenekli politikacıları, donanımlı-birikimli ve liyakatli yöneticileri seçmeyi beceremiyoruz!
- Hiç kuşkusuz bu örnekleri çoğaltmak mümkün.. Şimdilik bu kadarla yetinelim.
**(Tüm bu olumsuzluklara karşın çok şükür ki; ‘Gezi Parkı Direnişi’ geleceğe yönelik umut yüklü...)
***
Yaklaşık 11 yıldır iktidarda olan AKP döneminde Türkiye’miz; hukuksuz uygulamalar, yalanlar, aşağılamalar, despotik tavırlar, fısıltılar, hurafeler, dogmalar ve saplantılı düşünceler, fikirler anaforuna kapılmış durumda.
-Peki ülkemiz niçin bu halde?!. Güncel birkaç örnekle neden-sonuç ilişkisini kurmayı deneyelim.
Öncelikle; “kininin davacısı gençlikten gelip, dindar nesiller yetiştireceğiz” diyenlerin söz ve davranışlarını gözlemlediğimizde adeta ‘kin tutmanın kitabının nasıl yazıldığını’ anlayabiliriz!..
Şöyle ki;
Örnek 1 - Gezi Parkı direnişçilerine orantısız polis gücü müdahalesi sonucu, Camide içki içilmediği halde (Müezzin yalanladı) bu yalana Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın dört elle sarılması ve her mitinginde toplama kalabalığa yalan söylemesi…
Örnek 2 – “Kabataş’ta ellerinde deri eldivenler, başlarında bantlar olan, belden üstleri çıplak, 70-100 kişilik yaratık türbanlı bir anneye, bebeğinin yanında saldırdılar, kadın bayıldıktan sonra da üzerine idrar yapıldı, müdahale etmek isteyen bir “amca” da dayak yedi!..” yalanına da sarıldı Başbakan. Kameralarda görüntü yok, dövüldüğü iddia edilen meçhul “amca” da ortalıkta yok!..
*(Eceabat’ta Kaymakamlık da yapan İstanbul Valisi H. Avni Mutlu, Başbakan’ın bu yalanı 1 ay kullanmasına sessiz kaldı ve sonunda bu olaya ilişkin ‘bir görüntü olmadığını’ açıklamak zorunda kaldı! Soruyorum.. Böylesine devletin valisi denilir mi???)
Örnek 3 – “Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisine gittiğimde Kadıköy’den gelip vapurdan inenlerin durumunu görüyorum. Bunlar benim değerlerimle uyuşan şeyler değil.”
Örnek 4 – “Birisiyle kalkarsın ayni bankta yan yana oturursun, sohbetini yaparsın, şudur budur vesaire, detayına girmeye gerek yok. Siz de bir yere kadar saygıyla karşılarsınız. Tayyip Erdoğan olarak ben karşılamam.”
Örnek 5 – TRT-1’de yayınlanan ‘Ramazan Sevinci’ programında Tasavvuf düşünürü diye lanse edilen Av. Ömer Tuğrul İNANÇER hamile kadınların sokakta gezmesini ayıp ve terbiyesizlik olarak haykırdı:
“7 – 8 aydan sonra (yani evde tecritten sonra!..) anne adayı biraz hava almak için beyinin otomobiline biner, biraz dolaşır. (Peki.. Beyinin arabası yoksa nasıl dolaşacak(!)?) Böyle karınla gezilmez. Bu estetik değil. Şimdi ise maşallah, kanatlısı kanatsızı (Ped reklamı) TV’lerde uçuşuyor. Bunun adı terbiyesizlik.”
(Program sunucusu bu sözleri gülerek karşılıyor. TRT yetkilileri de bu ‘skandal’ sözler için ‘kaza’ dedi.)
*Doğal ki bu skandal sözlere tepkiler gecikmedi. Bakınız, genç oyuncu Özge ÖZPİRİNÇÇİ sözde Tasavvuf düşünürü(!) Avukata nasıl tepki göstermiş:
-“Anneniz size hamileyken çıkıp sokakta biraz dolaşsaydı, temiz hava alsaydı belki böyle olmayacaktı ama ne yapalım olan olmuş!..”
* Nasıl tepki ama!.. Kutlarım.
***
Sevgili Çanakkale OLAY okurları, böyle başbakan ve böyle sözde tasavvuf düşünürü(!) Avukatlar ve benzerlerinin bırakın ‘kitap okuma’ kültürünü böylelerinin ‘gazete okuma’ kültüründen bile yoksun olduğu söz ve davranışlarından belli değil mi?
*Böylelerini tarihsel-bilimsel gerçekler de hiç mi hiç ilgilendirmez!
Örneğin; Yıl 1926 Müslümanların kutsal mekanı
“Kabe” nin Suudiler tarafından yıkılmak istenmesi üzerine Mustafa Kemal ATATÜRK;
“Eğer Kabe’nin tek bir taşına bile dokunursanız ordumu oraya gönderirim” diyerek telgraf gönderir. Telgraf ulaşır ulaşmaz Suudiler kararlarından vazgeçerler ve Kabe yıkılmaktan kurtulur.
Bu tarihsel gerçeği anlatmak Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığının görevi değil midir? Bizim camilerimizde, okullarımızda neden anlatılmaz bu gerçek???
SORUNUN YANITI: Atatürk’e ‘ayyaş-sarhoş’ diyen sözde dindarlardan, kin tutan-komplocu beyinlerden, “Kin Tutmanın Kitabını Yazanlardan” böylesine onurlu bir görevi BEKLEMEK HAKSIZLIK OLUR!!!