Hekim Schliemann Troya Sıtmasına Karşı

Rıdvan Gölcük

4192

 Heinrich Schliemann 1870 yılında Hisarlık’ta başladığı Troya kazılarını kesintilerle beraber 1890 yılına kadar sürdürmüştü. Çanakkale’nin güneşi altında ve kimi zaman erken başlayan kimi zaman ise geç biten kazı sezonu ile dondurucu soğuklarda yapılan çalışmalar sadece bir kazı faaliyeti değildi. Schliemann’ın tuttuğu notlardan dönemin sosyal yaşamı, ekonomisi, Türk ve Rumlar arasındaki ilişki, işçi davranışları, Osmanlı bürokrasisi gibi daha birçok konuda hakkında fikir sahibi olmak mümkün olmaktadır. Schliemann’ın kazı sırasında önünde bulunan büyük engellerden birisi “Troya Humması” olarak adlandırdığı sıtmaydı. Dolayısıyla günlüklerinde sıtma ve bu hastalığın tedavisi ile ilgili ilginç anekdotlar yer almaktadır.

 

“Kara” Menderes’in Getirdiği: Sıtma

Karamenderes (Skamandros) ve Dümrek (Simois) ırmakları Troya Ovası’na bereket getirdikleri gibi kışın yoğun su altında kalan ovada oluşan suyun yazın kuruması ile oluşan bataklıklar, beraberinde hastalığı ve ölümü getiriyordu. 21 Kasım 1871 tarihlerinde Schliemann, havaların sıcak ve nemli devam etmesi nedeniyle çok sık humma görüldüğünü not ediyor. Sıtma olanların tedavi için Schliemann’a gelmesi ise ilginç olanı. Notlarına şöyle devam ediyor Schliemann:

“… tabip olarak marifetlerimin talep edilmediği gün geçmiyor. Yanımda sağlam bir kinin rezervi olduğu için şanslıyım. Tıp ilminden zerre kadar haberim yok, dolayısıyla büyük hatalar yapacağımdan muhakkaktı, fakat bereket versin ki Nikaragua’da kaptığım bir bataklık humması nedeniyle New York’ta neredeyse ölüm döşeğinde yattığımda, harika Alman Doktor Tellkampf’ın 64 gramlık bir doz kininle hayatımı kurtardığını hatırladım. Ben de bu yüzden burada hep aynı miktarda kinin veriyorum, ama normal şartlarda bu miktarı dörde bölüyorum sadece ümitsiz vakalarda bir seferde kullanıyorum. Sadece insanların değil develerin, eşeklerin ve atların yaralarını iyileştirmem için de her gün huzurumu kaçırıyorlar, şimdiye kadar bütün vakalarda öküzgözü çiçeği (arnica) kullanarak başarılı oldum. Bana başvurulan bütün humma vakalarını iyileştirebildim. Ama şimdiye kadar kimse bana teşekkür etmek zahmetine katlanmadı, kadirşinaslığı bugünün Troyalılarının meziyetleri arasında saymak esasen pek mümkün değil.”

Schliemann son derece mütevazi biçimde “tıp ilminden zerre kadar haberim yok” dese de, istatistikler aksini söylüyordu. Zira sıtma için ona başvuran bütün vakaları iyileştirdiğini not ediyordu. Öyleyse tıptan haberim yok diyen Schliemann bu başarısının sırrı kininde yatıyordu. Amazon’da yetişen Cinchona ağacının kabuğundan elde edilen kinin maddesi, hem sıtma ile savaşta, hem de sıtmaya karşı kullanılan sentetik ilaçların geliştirilmesinde moleküler model görevini yapmıştır (wikipedia). İşte Schliemann’ın başırısı yanındaki kinin stoğuna ve en temelde de “damdan düşen” olmasına dayanıyordu. Kendisi de bu rahatsızlığa yakalanmış ve tedavi sürecini deneyimlemişti. Fakat bu tecrübe onu Troya’da sıtmaya yakalanmaktan kurtaramamıştı. Troya’da sıtmaya ilk yakalanışı 1872 yılında olmuştu. 10 yıl sonra bir kez daha yakalanmış ve bu sebeple, kazı 21 temmuz 1882`de kesintiye uğramıştı.

Peki, Schliemann sıtmanın kaynağı olarak neyi görüyordu, nasıl yayıldığını düşünüyordu. Hisarlık tepesinde 11 Mayıs 1872’de tuttuğu notlarda buna ilişkin bir tespit buluyoruz;

“Troya ovasındaki koşullar da hali hazırda sağlıklı, korkulan Troya humması ancak Temmuz’da, bölgedeki sayısız su birikintisi kuruduktan, çürümüş milyonlarca ölü kurbağa ve kurumuş bataklığın kızgın güneşte çatlamış toprağından epidemi kaynağı miyazma oluştuktan sonra başlıyor. Bu nedenle hummaya önlem olarak kinin almaya başlamak için karımla altı hafta daha vaktimiz var.”

Milaslı İsmail Hakkı 1925 yılında yayımladığı “Malarya yani sıtma hakkında kimler neler biliyor?” başlıklı eserinde şöyle demektedir;

““Bundan kırk beş sene evvelisine kadar bütün dünya sıtmanın bataklıklardan, bataklıklarda olan bir nevi maddenin ta’affün ile havaya çıkmasından (miyazma) dedikleri pis şeylerden hâsıl olduğunu zannederlerdi. Malaryanın manası da fena hava demektir. Hatta Pastör mikrobu keşfettikten sonra bataklıkların çamurlarında, sularında sıtma mikrobunu keşfedeceğiz diye pek çok ilimler uğraşmış ve keşfettik zannedenler olmuştur. Lakin ilk defa olarak Laveran isminde bir Fransız doktoru 1880 Miladi tarihinde bu hastalığın mikrobunu sıtmalıların kanlarında keşfetmiştir. Evvela hastanın kanı içinde nasıl büyüyüp çoğaldığı görülmüş sonra da sivrisineklerin içinde nasıl yetiştikleri bulunmuştur.”

Milaslı İsmail Hakkı’nın söylediğine uygun biçimde Heinrich Schliemann’da sıtmanın kaynağının bataklıktan yayınlan kötü hava (miyazma) sebebiyle olduğuna inanıyordu. Daha doğrusu dönemin bilgisi buydu. Oysa sıtmanın sebebinin sivrisineklerin olduğunun anlaşılması ve sıtma mücadelesine bunun da dahil edilmesi için bir süre daha geçmesi gerekiyordu.

Troya ovasındaki bataklıktan, bataklığın yaydığı kötü kokudan ve sebep olduğu sıtmadan tek bahseden Schliemann değildir. 18. yy sonunda bölgeye gelen G.A. Oliver’in çevreyle ilgili gözlemi şöyledir:

“Çanakkale’den Kum Kalesi’ne olan mesafe dört Ligue kadardır. Buradan da Yenişehir Köyü adında bir yerleşim merkezinin bulunduğu Sigee’ye kadar uzaklık ise ancak yarım ligue kadardır. Burada iki mezar vardır. Bunlardan birinin Achille, ötekinin de Patrocle’a ait olduğu sanılmaktadır. Simois Nehri’nin sol sahilinde kumsal bir ovada kurulmuş olan bu şehir, ne Çanakkale kadar büyük, ne de onun kadar kalabalıktır. Üstelik kalenin arkasına isabet eden bu şehrin havası pek sağlıklı değildir. Nehrin öte sahilinde bulunan bataklık sebebiyle yaz mevsimlerinde koku ve sinek yüzünden pek rahat bir iklime sahip olduğu söylenemez. Buralarda rüzgar çoğunlukla kuzey ve kuzey-doğudan estiği için havası sıtma yapar.”

G.A. Oliver’de her ne kadar bataklıktan yayılan kötünün havanın sıtmaya neden olduğunu yazsa da, gerçek olan şudur ki Trova ovasındaki bataklık ve sıtma bölgenin en büyük problemlerinden biridir.

 

Yeniköylü Kız

Schliemann’ın büyük miktarda yanında getirdiği kinin ve arnica ruhu sebebiyle birçok hastaya derman olmuş, “tıp ilminden bihaber olmasına rağmen” tabip olarak nam salmıştır. Fakat o bu durumu şöyle değerlendirmiştir; “maalesef tabip olarak nam saldım buralarda.” Yani hekimlikten pek memnun değildir. Bu durumun nedeni ise zamanını bu tedavi süreçleri için harcamak olarak gösterir. Fakat bu durumdan memnun olmamasına rağmen tedavi süreçlerine yardımcı olmasının nedenini şu satırlarında bulabiliriz:

“Buralardaki bütün köylerde köyün papazı aynı zamanda köyün tabibi gibi ama bu din adamlarının ellerinde hiç ilaç yok, tıp ilminden de hiç anlamıyorlar ve soğuk suya ve her türlü yıkanmaya karşı doğuştan gelen bir tiksinti duyuyorlar, bu nedenle hacamat ya da damardan kan almadan başka bir tedavi yöntemi tanımıyorlar ki bu da tabii zavallı insanları perişan ediyor. 10–12 yaşındaki çocuklarının dudaklarının kenarında görülen kırışıklıklar bile papaz efendinin bu zavallıcıklardan birkaç defa kan aldığını göstermeye çoğunlukla yetiyor.”

Yani özetlemek gerekirse Schliemann papazların elinde yeterli ilaç bulunmaması, hijyenik olmamaları (“her türlü yıkanmaya karşılar”) ve yanlış tedavi yöntemleri uygulamaları sebebiyle (hacamat ya damardan kan alma) “tıptan hiç anlamayan papazlar” yerine, kendi tedavi yöntemlerini daha sağlıklı görmüş böylece belki kendisini bu yardımı etmeye mecbur hissetmiş olmalıdır. Kan dökmeye taraftar olmayan Schliemann kinin ve arnika dışında önerdiği soğuk su kürleri ve deniz banyosu ile başarılı olduğunu düşünmektedir.

Artık tabipliği ile nam salan Schliemann’ın karşına bu kez Yeniköy’den 17 yaşında bir kız getirirler. Özellikle yüzü yaralar ve çıbanlarla kaplanmış olan kızın sol gözündeki bir çıban onu kör etmiştir. Konuşmakta, yürümekte ve hatta ayakta durmakta zorluk çekmektedir. Köyün papazı ayda yedi kez kızın damarlarından kan almıştır ve Schliemann kızın çöken göğüs kafesini ve öksürüklerinin nedenini sürekli alınan kanlar neticesinde oluşan kansızlıkta bulmuştur. Tedavi önerisi ise şudur; hintyağı, her gün bir kez deniz banyosu ve ardından biraz kuvvetlendikten sonra göğüs kafesindeki çökmeyi gidermek için öğrettiği pasif jimnastik. Peki, bu tedavi başarılı oldu mu? On dört gün kadar sonra kız Schliemann’ın yanına yeniden gitmiştir. Kız yere eğilip Schliemann’ın ayaklarını öpmüştür. İştahı yerine gelmiş, bütün iltihaplı yaralar ve çıbanları kurumaya başlamış, bir süre sonra yok olmuş, öksürüğü kesilmiştir. Sol gözü ise hala görmüyordur. Schliemann’ın aktardığına göre hekimlik hizmetlerinde ilk kez bu olayda kendisine teşekkür edilmiştir.

 

Çanakkale Cephesinde Sinsi Düşman: Sıtma

Heinrich Schliemann kazısı noktalanmış ve 1891 yılında hayata veda etmiştir. Ancak Troya ovasında sıtma problemi tüm ürkütücülüğü ile dikilmektedir. 1915 senesine gelindiğinde, Çanakkale Bölgesi, özellikle Kumkale doğusu ve daha güneyde Menderes Çayı’nın oluşturduğu bataklık ve başka yerlerdeki durgun sular nedeniyle, bölgede var olan sıtma hastalığı yöre halkında ve askerlerde sık sık görülmekteydi. Bir yandan topla, tüfekle düşmana karşı savaş açılmışken bir yandan da sıtma ile mücadele edilmeye çalışılıyordu. Türk Sıhhiye Birlikleri’ni idare eden Dr. Mayer sıtmaya karşı büyük mücadele veriyordu. Troya ovasındaki mücadelesini şöyle anlatıyor Mayer:

““Bataklık zemin nedeniyle, özellikle Kumkale’deki mevzilerde, sıtmayla mücadele amacıyla drenaj yapılmasına stratejik açıdan olanak yoktu. Bu yüzden Anadolu grubu komutanına, kale komutanına ve özellikle de Ekselansları sayın Amiral Von Usedon’a karanlık bastığında kamplardan deve at, öküz ne bulurlarsa hayvanların kurutulmuş gübrelerini, küçük kümeler halinde kampa paralel şeklinde dizerek ateşe vermeyi ve sonra üstünü toprakla örtmeyi teklif ettim. En azından, sivrisineklerin büyük kısmı böylece kaçırılabilirdi”.

Mayer’in elindeki imkanlar her ne kadar yetersiz olsa da sıtmanın kaynağının kötü hava değil sivrisinek olduğu artık bilinmektedir.

 

İskender’i Öldüren…

Eski çağlardan beri bilinen hastalık ilk olarak Mısırlılar tarafından bildirilmiştir. M.Ö 460–370 yıllarında Hippocrates, tekrarlayan ateş ve dalak büyüklüğü ile seyreden bir hastalık bulunduğunu ve bunun epidemisini tarif etmiştir. Hippocrates sıtmayı; günlük, günaşırı ve 72 saatte gelen ateş nöbetleri olarak tanımlamış, bataklık, durgun ve kirli su içen insanların karınlarının dışarı fırlayıp, dalaklarının büyüyeceğini bildirmiştir.

Büyük İskender sıtmaya yenik düşmüş, Roma İmparatorluğu sıtma nedeniyle büyük kayıplar vermiştir.

Osmanlı arşiv kayıtlarında, “sıtma illeti”, “maraz-ı sıtma” şeklinde geçen Sıtma, “anofel türü sivrisineğin sokmasıyla insandan insana bulaşan, titreme, ateş ve ter nöbetleriyle kendini gösteren bir hastalık, ısıtma, malarya” şeklinde tanımlanmaktadır (TDK Büyük Türkçe Sözlük, 2017)

29 Mayıs 1913 tarihinde “Sıtmalı Mahallerde Fukaraya Meccanen Kinin Dağıtılmasına Dair Nizamname” layihası ve 31 Mayıs 1913 tarihin de ise “Sıtmalı Mahallerde Fukara Ahaliye ve Zürraa Meccanen Kinin Tevziine Dair Nizamname Ahkâmı” yürürlüğe konulmuştur. 1914 yılına kadar, yılda 2.000 kg kinin parasız olarak dağıtılmıştır. Fakat savaş yıllarında kininin temini güçleşince devlet tedbir almak zorunda kalmış ve 3 Temmuz 1916 tarihinde halka kinin sağlanması amacıyla geçici kanunun uygulanmasıyla ilgili nizamname çıkarılmıştır.

Mustafa Kemal TBMM’nin birinci dönem 4. yasama yılı açılış konuşmasında sıtma salgını ile ilgili şöyle konuşmuştur: “Sıtma hastalığının ülkemizdeki yayılma oranı ve yaptığı yıkıntıya karşı yeterli önlemler bulunduğu iddia edilmemekle birlikte, sıtmanın en etkili ilacı olan, İstanbul kimyahanesinde üretilen devlet kinininin bin kiloya yakın mevcudu Ziraat Bankası eli ile bütün bölgelere dağıtılmak üzeredir. 250 kilo da parasız kinin dağıtılmıştır. Yine geçen yıl ödeneğinden artan para ile dışarıdan yeniden bin kilo kadar kinin alımı için başvurulmuştur. Sıtma hastalığının kökünün kazınması için, tek çare olan kurutma ve arazi ıslahı sorununa ve şehir ve köylerin sağlık koruyucu şartlarının düzeltilmesine olağan durum sağlandığında hemen başlanacak ve bunun tamamlanması bayındırlık ve sağlık işlerimizin en gerekli ve önemli görevlerinden olacaktır.”

Türkiye’de özel teşkilata dayalı milli sıtma mücadelesin, 1 Mart 1925 tarihinden itibaren yürürlüğe giren kanunla başladığı ve devletin tüm kurumlarıyla birlikte seferber olduğu gözlenmiştir.

 

Karamenderes Kara Ölüm mü?

2015 yılında dünya çapında 212 milyon yeni sıtma vakası vaır ve %90’dan fazlası Afrika’da olmak üzere sıtmadan ölüm sayısı yaklaşık 429 bindir. Modern çağlarda bile sıtmanın aldığı can sayısı dehşet vericidir. Peki, binlerce yıl önce Troya ovasında nelere sebep olmuştur sıtma. İlyada’ya göre 10 yıl süren Troya savaşı sırasında sıtmanın can almamış olması mümkün müdür?

İlyada’nın henüz I. Bölümünde, rahip Khryses’in kızını savaş ganimeti olarak elinde tutan ve geri vermeyen Agamemnon’a kızan Phoibos Apollon (tanrı Apollon’un kutsal hayvanı faredir), Agamemnon’un ordusu üzerine salmıştır oklarını. Katırları, köpekleri, insanları kitleler halinde öldüren bu şey aslında ok değil Apollon’un fareler aracılığı ile yaydığı vebadır. Destanlarda bu tip alegorik anlatımlar öne çıkmaktadır. Peki, Troya ovasında yarattığı bataklık sebebiyle sıtmaya neden olan Karamenderes (Skamandros) bu yolla can almamış mıdır? Destanda bunun alegorik bir anlatımı yok mudur? Şimdilik bilmiyoruz. Destanda ne sıtmaya dair ne de sivsineğe dair bir veri yok. Fakat Phoibos Apollon’un öldürücü okları aslında fareler vebaya bir gönderme ise, aslında Akhilleus’u öldüren Paris’in okunun, Akhilleus’un topuğundan masum bir ısırık almış olan sivrisinek gönderme olduğunu söylesek ne dersiniz? Özellikle aşağı kentin güneyinde yapılan araştırmalarda ortaya çıkan Genç Tunç Çağı kökenli ölülerin bazılarının sıtma kurbanı olduğu düşünülürse; neden olmasın?

 

KAYNAKÇA

Akpınar A., Özcan M., “Türkiye’de Sıtma Mücadelesinin Önemli Tanığı: Milaslı İsmail Hakkı ve “Sıtma Hakkında Kimler Neler Biliyor” Risalaesi”

Aydın N., “Çanakkale Savaşları’nda Sıhhiye ve Tahliye Hizmetleri”

Brandau B., “Troya: Bir Kent ve Mitleri Yeni Keşifler”

Yavuz E., “Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin 1924 Yılı Sıtma İle Mücadele Raporu — Sıtma ve Bataklık Haritası”

Schliemann H., “Kahramanlar Çağının İzinde”

Polat F., Yeleş H., “Halileli: Troia Ovası’nda Bir Köy”