GERÇEK
AHMET BATUK - GAZETECİ
İlim ve ahlak
İlim, ahlakı doğrudan doğruya tesis edemez; ama dolayısıyla ahlak üzerine müessir olamaz mı?
Bir an için akıldan yana konuşalım. His, ahlaki bir hükmü intaç eden bir kıyasın emri mahiyetteki “kübra” sını, akıl ise bu kıyasın işari olan “suğra” sını verir. Yani en büyükle en küçük... Ahlaki bir kaziyenin hem kübrası ve hem de suğrası akli olursa bu kaziye şekli olmaktan kurtulamaz. Tatbikatta vicdana değil, korkuya, menfaata hitap eder.
İlim, insanı büyük meselelerle karşılaştırır. İlim, önümüze daima değişen yeni manzaralar, daima genişleyen yeni sahalar açar. Bu manzaraların ilerisinde daha başka ufuklar, bu sahaların ötesinde daha vasi meydanlar bulunduğu hissini verir, ve böyle ilim insanda çok defa ümit ve heyecan uyandırır.
Hilkat kanunlarının azametine inanan bir kimse, miskin nefs arzularından vazgeçebilir. Alim kendisinden ziyade sevdiği bir mefkureye sahip olur. Bu (ideal), ilim sevgisidir. İşte böyle bir sevgi üzerine, ahlak kolaylıkla dayanabilir. İnsan (ideal), için çalışırken katlandığı zahmetin karşılığını düşünmez. Hakikat sevgisinden kuvvet alan çalışmanın, alimde itiyat haline getirdiği tevazu ve hasbilik, onu daima takip eder ve bu hal saf ilim şartıyla pek güzel anlaşılır ve bağdaşır.
Hakiki bir alim temiz bir hayat yaşar. Hakiki bir alim cemiyete karşı vazifesini her an ifaya hazırdır. Feragat ve kahramanlık hisleriyle meşbudur. Medeni cesaret sahibidir, riyadan hoşlanmaz, açık ve doğru sözlüdür, vuzuhtan hoşlanır, vazifesini ifaya imkan bulamazsa müteessir olur. Hakiki bir alim, görgüsüz ve cahil insanlarda görülen şarlatanlıklardan nefret ve fena hareketlerden içtinap zorundadır.
Hakiki bir alim (kanser)in sebeplerini aradığı zaman değil, ancak bu hastalıkların tedavi çarelerini aradığı zaman faziletli bir adamdır. Ara yerde çok ince bir nükte var... Mikrobu keşfeden zat şüphesiz ilme hizmet etmiştir. Fakat bu alim, insanların elemlerini azaltmanın çarelerini bulduğu ve bu buluşun zevkine erdiği zaman, insanlığın en yüksek mertebesine vasıl olmuştur.
Vatanın, müstevli çizmeleri altında harap milletinin mütecaviz kamçısı elinde bedbaht olmamasına çalışan alim, esası sevgiye dayanan bir imana, millet ve vatan sevgisinden doğan bir vazife hissine sahip bulunduğu için faziletli bir adamdır. İnsan kitleleri bazen tabiat kuvvetleri gibi mütecaviz olabilirler. Yurt sever bir alim böyle bir tecavüzün insani bir kaide olamayacağını bilir, böyle bir kaideyi terviç eden mesleklerin, sefalet ve felaketi arttırmaktan başka bir şeye yaramayacağını idrak eder. Hakiki bir alim, nakıs bilgiden, indi ve nazari istidlalden çekinir. Bundan çekindiği gibi, ruhuna ışık ve havayı çok gören ve tersinden maddeci bir görüşle ham softalık halinde ahlakı rededen indi ve nazari iddialara da kıymet vermez. Bir alimin çalışması, bağlı bulunduğu cemiyetin vatani ve insani gayelerine intibat etmedikçe, bu zata gerçek bir mevki ve kıymet verilmez. Netice şu noktada toplanıyor ki ilim kendi kanunları ve iç tekevvünü içinde, tam ve kati istiklale sahip olarak, ruhi hayat ve azizleştirme ihtiyacının, red ve iptal edicisini değil, tasdik ve teşvik edicisi olmak mevkiindedir.
Bu kısa tahlilden sonra hemen haber verelim ki, ancak mücerret haysiyetiyle ahlakı benimseyici olan ilim, akli şiarı bakımından doğrudan doğruya ahlaka kaynak teşkil edemez. Onun için mutlaka tabiat üstü bir inanışa ihtiyaç vardır ve o da dindir. İlimler, dinin mücerret tefekkür besleyiciliğinden doğduğu ve bu bakımdan onun teyitçisi makamında olduğu gibi, mutlaka dinden gelmesi icab eden ahlakın da destekçisidir.
Alim, dini vecd sahibi oldukça ilmin tam ve nihai hakkını verme derecesini tutmuş olur.
Ahlakın “suğra”sı ilimse “kübra”sı din...