EVRENİN MÜZİĞİ...
kafiyesiz bir şiir olacaktım,
bir söze dursan
dökülecektim dudağından,
bırakmadı tanrı baba...
ıssızda bir ağaç gibi şimdi
vazifem, yakalamak
kimliksiz esen yelleri...
üstümde masmavi gök,
kabuklarıma nakış nakış işli
büyük göçler haritası,
döneceksin gibi beklemekte
dalımda bir kuş yuvası...
Sevgili okur, sanırım Sedat Peker olgusundan başka konular da var yazmaya değer. Ötelediğimden, unuttuğumdan değil, gündemdeki önceliklerden.
İlgilenenler bilecektir ancak, pek ilgili olmayanların da dikkatini çekeceğini düşündüğüm bir habere rastladım geçtiğimiz günlerde. Evrenin Müziği diye bir başlık görünce beni çekti. NASA`nın son dönemlerdeki bir çalışmasını anlatıyor. NASA`nın sitesinde
Data Sonification: A New Cosmic Triad of Sound başlığı ile yayımlanmış. Dilimize tam olarak nasıl çevrilebileceği konusunda emin değilim; yine de "Evrenin Müziği" başlığı tam olmuş. Uzay teleskopları ile milyonlarca ışık yılı uzaktaki sistemlerin, saatlerce görüntüleri kaydedilmiş ve her biri için tek bir görüntü oluşturulmuş. Daha sonra, bu görüntülerdeki her renk, bir nota ile tanımlanmış. Dairesel ya da düzlemsel bir sistem dahilinde, notalar sese dönüştürüldüğünde ortaya
"Evrenin Müziği" çıkıyor. Milyonlarca ışık yılı uzaktaki
M51 galaksisinin müziği biraz yavan gelse de
Kedi Gözü Nebulası`nda aynı sistemle neredeyse klasik bir şaheser elde edilmiş. Diğer galaksiler, süpernovalar gibi yıldız sistemleri için de aynı çalışmayla elde edilen müziklere, ilgili siteden kolayca ulaşmanız mümkün. Hadi size kıyak yapayım, siteyi yazayım:
www.nasa.gov/mission_pages/chandra/news/data-sonification-a-new-cosmic-triad-of-sound.html
Elin oğlu bu işlerle uğraşıyor; dünü bugünü geçmiş, gözü geleceğe dikmiş. Ne yazık ki, aynı ülkede yaşayıp, aynı havayı solumak zorunda kaldığımız bazı aklı evveller ise hala tuvalete hangi ayakla girelim, tuvalet temizliğini hangi elle yapalım, kız çocuklarıyla kaç yaşında evlenelim, dünya devini deviren kızlarımıza sultan demeyelim, kadını eve, erkeğin eline mahkûm edelim gibi abukluklarla kendi çağdışı zihniyetlerini bize dayatma derdinde. İşin üzücü yanı, vergilerimizin ballı kaymaklı bir bölümüyle iyice palazlanan Diyanet kurumunun bunlar karşısında tepkisiz kalması. Oysa Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu İslamiyet`i, ahlâk ve ibadet esaslarını çağdaş bir şekilde yorumlayıp, toplumu aydınlatması için kurmuştur. Gel gör ki, günümüzde bu kurum içinden çıkan bazı isimler önce Atatürk`e saldırmakta, hadi korunuyor demeyelim, ama bunlarla ilgili ciddi bir işlem de yapılmıyor. Böyle olunca da yoz ve yobaz kafalar, kafalarına göre fetvalar vermekte sakınca görmüyor. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra siyasal İslam`ın desteklenmesi ve beyinlerin yıkanması sonucu, Atatürk döneminde kapatılan tarikatlar, dergâhlar, şeyhlikler mantar gibi çoğaldı, çoğalmakta. Gerek eğitim sistemine yapılan müdahaleler, gerek ekonomik çöküşle birlikte bozulan toplumsal psikolojinin neticesi olarak, bunlara sarılan, bunlardan medet uman da oldukça artmış durumda. İnsanın inancının olması gerçekten önemli, inanmak insana güç verir, bu farklı bir nokta. Ancak günümüz koşulları içinde, dinin de çağdaş yorumlara ihtiyacı olduğu mutlaktır. 22. yüzyıla koşar adım giderken, onlarca yüz yıl öncesinin yorumlarına bağlı kalmak demek, gözünü geleceğe dikenlerin kulu kölesi olmak demektir. Onların da istediği bu; kendi toplumlarının günümüzde ve gelecekte refah içinde yaşaması için köle toplumlar oluşturmak. Emperyalist gücü temsil eden ülkelerin, dünyanın geri kalanında yaşanan savaşlar, akan kanlar için döktükleri yaş, sadece timsahın gözyaşıdır.
Topraklarında savaş ya da farklı bir dram yaşanan ülkelerden, başka ülkelere göç doğal bir sonuçtur ve her çağda yaşanmıştır. Ne yazık ki, coğrafyamızda tarihin her döneminde savaşlar süregelmiş ve buna bağlı olarak, topraklarımız gidenleri ya da gelenleri ile büyük göçlere tanıklık etmiştir. Yakın tarihimizde Kafkaslardan, Balkanlardan, son dönemde ise Irak ve Suriye`den büyük göçler almış bir ülkeyiz. Hadi Kafkaslar ve Balkanlardan gelenler ile kan bağımız vardı ve tarafı olduğumuz savaşlar neticesinde bu topraklara gelmeye mecbur kaldılar. Ancak Irak ve Suriye`den sonra şimdi de Afganistan`dan alınan göçler, tarafı olmadığımız savaşların bir sonucudur. Bizim doğrudan bir dahlimiz olmamasına rağmen, yaşanan dramların faturasını biz de ödemek zorunda kalıyoruz. Ülkemizin göç konusunda bir politikası nedense yok; Suriye örneği de ders almamız, bir göç politikası ortaya koymamız için yeterli olamadı. Olay, insanlık vazifesi boyutunu çoktan aştı. Bu konuda gerekli düzenlemeler yapılmadan her gelene kucak açmak, kesinlikle büyük yanlış; gelecek dönemlerde bu yüzden büyük sancılar yaşanacağı da apaçık ortada.
Kamuoyunda, aslında var olmayan mevcut göç politikasına yüksek sesle itiraz edenler, artık yeter diyenler, Afgan ve Suriyeli mültecilerin geri gönderilmesini isteyenler günden güne çoğalmakta. Bu itirazları dile getirenleri hemen ırkçılıkla suçlamak, sadece aymazlıktır ve olayın ciddiyetinin farkında olmamaktır. 3-5 milyar dolar, avro hesabıyla geçiştirilirse, önümüzdeki yıllarda yaşanacak sorunlar, kat kat fazlasıyla ödeyeceğimiz bedelleri çıkaracaktır karşımıza. Ülkemiz ekonomisinin mülteciler sayesinde ayakta durduğunu, giderlerse çökeceğini söylemek yanılgıdır, gaflettir. Çok daha güçlü bir ekonomimiz vardı zaten. Onlarca kez affedilen vergi borçları, ederinden çok daha fazla ödenen ihaleler olmasa, belki yine daha dayanıklı olurduk bu sorun karşısında. Ancak, sadece inşaata dayalı bir ekonomik sistem, dünyanın hiçbir ülkesinde ayakta kalamaz. Kayıtsız ve ucuz işgücü hesabıyla kimilerinin işine geliyor bu göçler. Fakat, kayıtlı işsiz nüfusumuz da günden güne artmakta; gelecek dönemlerde yaşanabilecek kaosun nedenlerinden biri olmaya aday bu durum. Avrupa "Aman bize bulaştırma, al şu 3 milyar avroyu, mültecileri sınırların içinde oyala" demekte. Gelenlerin tümüne biz kucak açmak zorunda değiliz. Tamam, gücümüz yettiğince yardım edelim ama nereye kadar? İktidar kanadından Mehmet Özhaseki "Suriyeli mülteciler yüzünden kimsenin sofrasından bir tas çorba eksilmedi." dedi. Doğrudur, şimdilik eksilmemiştir ama sürekli birileri gelmeye devam etmekte, ya sonra? Zor durumda olanlar gelsin, tamam; gerekli önlemleri alıp, geçici süreyle yardım etmek insanlık vazifesi. Buna da eyvallah, lâkin bir yere kadar. Onlara yazık, ama benim ülkemin insanına da yazık. Bugün bir şekilde idare ediyoruz, ama ya yarın? Bu toprakları terk etmesi gerekenlerin de mültecilerden önce ülkemiz vatandaşlarının olduğunu söylemek ise hangi mantıkla açıklanabilir, bilemiyorum. Irkçılığa da karşıyım, hümanizm veya kültürel mozaik derken, ülkemin kentlerinde gettolar oluşmasına da. Her kültür, her yaşam tarzı kendi yurdunda değerli. Kültürümüz, yaşam tarzımız üzerinde baskı, zorlama hissedersek, kendi yurdumuzda nasıl rahat yaşayabiliriz?
Benim hayalim, "Evrenin Müziği" gibi hem coğrafyamızda hem dünyanın her yanında, bütün insanların, canlıların dilinde terennüm olacak barış ve sevgi şarkılarının çalınması, söylenmesi. Olacak inanıyorum, bu kavgayı insan yanımız kazanacak... Sevgiyle kalın, umutla...