Depremin fotoğrafı
Geçmişin izinde gidiyoruz. Suya mı yazı yazıyoruz? Karda mı yürüyoruz? Hansel ve Gretel gibi ekmeklerden yol mu yapıyoruz? Anılarımız ne kadar belirgin? Ne kadar değil?
1999 yılının ardından ne kadar zaman geçti? Çocukluk, yoksunluğun yokluğun hissini öğrendi. Öğrenmek istemese de öğrendi. Zorla zoraki... Kaderi de değildi ama öğrendi...
Yetişkinler hiçbir şey öğrenemedi ama. Akıllarda belli fotoğraflar kaldı. O fotoğraflar, beyinlere en çok da kalplere kazındı. Kazınırken kanattı, kanıttı... Yaktı geçti...
Çok felaketler gördük. 99 depreminin ardından yangın gördük. Yangınlar, seller, doğal afetler gördük. Yandık, boğulduk, enkaz altında kaldık. Can verdik. Her bir felaketin fotoğrafları, beyinlere akıllara kazındı ya hani...
Maraş depreminde bambaşka bir şey oldu. Teknolojinin geldiği noktada, elimizdeki bu akıllı telefonlar, can havlimize destek oldu. Bir felakette kaç sembol fotoğraf akıllarda kalır? Bu doğal adette öyle çok kare kaldı ki..
Her enkazda, her bina ve konutta onlarca sembol fotoğraf kaldı... Geriye kalan umudun, acının, hüznün fotoğrafları haykırdı. Unutulmasın ki, haykırmaya da devam edecek. Gözümüzün önünden, rüyalarımızdan, kabuslarımızdan kolay kolay gitmeyecek kareler...
6 Şubat tarihinden bu yana birazcık tebessüm bile, içimizi acıttı. Soğuk kış günlerinde insan ısınmaktan utanır mı? Sevdiklerimizle olabilmekten utanır mı? İnsan, kişisel hayatında bireysel olarak mutlu olmaktan, utanır mı? Utanır hale geldik.
Afet bölgesi dışında kalan kentlerimize ne oldu? Hepimiz koca bir enkaz altında kaldık. Her bir kentte korku duvarları baş gösterdi. Deprem ya da herhangi bir afet hâlinde ne yapacağız sorusu...
Aklımızın almadığı kalbimize sığmayan bir acı, geldi evimize. Soframıza oturdu. Ve sanki hiç kalmayacak... Soframızdan o kederin kalkmasının tek bir ihtimali var. O da dayanışma.
İnsanların, empatisi ve insaniyeti ile... Azdan az ama çoktan da daha çok olma kültürüyle.
Biz azdan azın, bu kültürün çok daha başka bir değeri olduğunu, büyük önem taşıdığını biliyor, anlıyor ve hissediyoruz. O karelerin değerini çok daha fazla görüyoruz. Şunu da biliyoruz. Çoktan çok kültürünü... Daha büyük şirket ve daha zengin iş insanlarının, ceplerinden ne kadar az çıktığını... Onu da biliyoruz. Gelir vergisinden düşmemesi gerektiğini bildiğimiz gibi.
Afet öldürmez.
Her bir olay belleğimizde birer kare. Depremin ardından, enkazlardan kalan fotoğraflar... Geride kalan hatıraların fotoğrafları... Ölüm de kokuyor, kekremsi bir acı da...
Şükrü Erbaş diyor ki bir şiirinde...
"ne olurdu kokunun da fotoğrafı olsaydı
Sesin fotoğrafı
Boşluğun fotoğrafı
Parmak uçlarındaki karıncanın
Ruhtaki üşümenin...
Ölüm kimseyi bu kadar yalnız bırakmazdı. "
Fotoğrafların acı çığlığını, ölümün kokusunu alıyoruz. Ölmek değil, yaşamak, umudun fotoğraflarını paylaşmak istiyoruz...
Tam bu duygudayken, 6 Şubat tarihinden itibaren afet bölgesinin yeni doğan çocukları gelsin aklımıza...
Hasan Hüseyin Kormazgil`in dediği gibi, Selda Bağcan`ın kulaklarımıza işlediği gibi...
"Öyle bir yerdeyim ki
Ne karanfil ne kurbağa
Bir yanım mavi yosun
Dalgalanır sularda
Dostum dostum
Güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
Bir yanımız sağlam konutlu bahar bahçe... "