Bunu da mı görecektik?…
Ülkemizin içersinde bulunduğu basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü gibi can alıcı sorunların uygulama alanlarına yeni bir alan daha eklendi. Basılan bir kitap nedeniyle şimdi de basımı yapan matbaanın sahibi hapis cezasına çarptırıldı.
Basılmayan kitapların toplatıldığı, gazetecilerin cezaevlerine tıkıldığı, sansür ve oto sansür ile ifade özgürlüğünün engellendiği, medyanın yeniden dizayn edildiği koşullarda şimdi de kitap basan bir matbaanın sahibinin hapis cezasına çarptırılması ile yeni bir uygulamaya daha tanık olduk. Bu konudaki sorumluluğun kitabın yazarı ve yayıncısında olduğu bir düzenlemeye rağmen, bu gelişmeyi nasıl okumak gerekecektir.
Farklı fikirlere karşı tahammülsüzlük had safhaya ulaşmıştır.
Mevcut baskılara her gün bir yenisi eklenmektedir.
Şimdide kitapları basan matbaalar baskı altına alınmaya çalışılmaktadır.
Mesaj budur.
“İleri demokrasinin” bugüne kadar yerine getirilmeyen eksik bir yönüydü herhalde bu uygulama, şimdi bu da gerçekleşti.
Matbaa sahipleri, bakın “ileri demokrasimiz” sizleri de unutmadı.
Hayırlı olsun.
Pastadan Atatürk çıkaranlar Recep Bey’li pastayı kesemedi.
Cumhuriyetin 86 yılında Dolmabahçe’deki resepsiyonda dev pasta içersinde halkı selamlayan Atatürk heykeli çıkınca bu olay eleştirilere sebep olmuştu.
Yapılanın Atatürk’e saygısızlık olduğunu ifade edenlere AKP yetkilileri bu ‘simgesel’ bir durumdur cevabını vermişlerdi.
Fakat her ne hikmet ise Çanakkale’deki 10. yıl kutlama pastası, üzerindeki Tayyip Erdoğan resmi nedeniyle pastanın kesilmesi tartışma yaratmış, sonra mutfakta resmin kazınması sonrasında kesim yapılmıştı.
Pasta içinden Atatürk çıkaran zihniyet bunu ‘simgesellik’ ile açıklarken, 10. Yıl pastasının üzerindeki Tayyip Erdoğan resmi nedeniyle pastayı kesemeyen anlayış için ne demek gerekecek?
İşte çifte standart, işine gelince simgesel, işine gelmeyince etik değerler gibi tam bir değerler karmaşası örneği bir kez daha yaşanmıştır.
10. yıl pastası bir kaos yaratsa da afiyet olsun.
Hakan Vural Başbakana hak verdi ama!
Başbakan krizde insan davranışları konusunda yaptığı değerlendirmede israf konusuna vurgu yaptı.
İsraftan kaçınılması gerektiğinin altını çizdi.
Bir örnek vererek “araba mı, ev mi almak” tercihleri arasında ev almaktan yana karar verilmesini belirtti ve ekledi.
“Alacağınız ev de lüks bir ev olmasın, zaman israftan kaçınmak gerçeğini zorunlu kılmaktadır” dedi.
Buradan hareket ile bir değerlendirme yapan Hakan Vural Başbakana katıldığını deklare etti.
Konut sektörünün içinde olan bir kişi olarak bu tercihe içten bir destek verdi, Vural.
Fakat Vural, Başbakan’ın bu tespit ile ilgili yaptığı bir ayrıntıyı atlıyor muydu acaba?
Başbakan konut alın derken lüks konut alın demedi.
Yaptığı lüks konutlar ile adından bahsettiren Hakan Vural şimdi biraz burukluk hissediyor olsa gerek.
Ne de olsa partisinin lideri kendi iş vizyonunun sonucu yaptığı üretimler için teşvik edici bir konumda olmamıştı.
Lüks konutların satın alınması için teşvik edici bir rol üstlenmemişti, Başbakan.
Hakan Vural’ın şimdi şunları söylediğini duyar gibiyim.
“İnsan ihtiyaçları çeşitlidir, standartlar da kişiden kişiye değişir”.
“Dolayısıyla size göre lüks olan bir şey, bir başkası için normal bir ihtiyaç düzeyinde olabilir.”
Evet çok haklısın Vural, Ülkedeki gelir dağılımın bu denli eşitsiz olduğu koşullarda birileri için 1 milyon TL. değerindeki konutlar, onlar için normal ihtiyaçlarını karşılayan sıradan konutlardır.
Bir tarafta iki gözlü gecekonduda yaşayan insanlar, diğer yanda süper lüks konutlarda yaşayan insanlar gerçeği, ülkemiz gerçeğidir.
Bu gerçek, beraberinde bir başka gerçekliği de getirmektedir.
Kapitalist sistem ve bunun sonuçlarından biri olan bu eşitsiz gelişim nedeniyle sistem ağır bir kriz altındadır.
Bugünlerde lüks konut konusunu satın alma davranışı olarak tartışan sistem, çok yakında bu sistemin temel gerçeklikleri ile de hesaplaşacak noktaya gelecektir…