Bilim insanı olmak…
Bugüne kadar çeşitli skandallarla gündeme gelen ÇÖMÜ yönetimi son olarak TBMM’nin gündemindeydi.
CHP Çanakkale Milletvekili Ali Sarıbaş yapılan hukuksuz uygulamalar konusunda meclis araştırması açılması için bir önerge verdi.
Önerge aleyhinde söz alan AKP milletvekili Mehmet Daniş da, ÇOMÜ yönetimini övdü;her nedense iddialar konusunda değil de, bir üniversitenin zaten yapmasının gerekli olduğu işler üzerinden bir savunma refleksi geliştirdi.
Bu gelişmeleri değerlendiren ve sorunun özüne ilişkin önemli tespitleri içeren bir bilim insanının tarafıma ulaştırdığı, bilim insanı olmanın sorumluluğu konusunda çok önemli mesajlar içeren bir elektronik posta aldım.
Bu iletiyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
İşte o ileti:
“TBMM’DEKİ ÇOMÜ ATIŞMALARI HAKKINDA BİR ÖĞRETİM ÜYESİNDEN…
Basından öğrendiğim kadarıyla ÇOMÜ’de kurumsallaşmış olan haksız uygulamalar TBMM’de tartışılmıştır. TBMM genel kuruluna verilen bu görüşme önerisi, milletin bir kısmını ve onun sorunlarını görmezden gelen vekiller tarafından kabul edilmemişse de konunun milletin kürsüsüne taşınmış olması olumlu bir gelişmedir.
Ancak bu yazı, huzuru, barışı, demokrasi ve özgürlüğü sadece başörtülü insanların kampüs alanına girememesi olarak okuyan, bunun yanında insanların hakları ile ve ekmekleriyle oynayan anlayışı görmezden gelen siyasi akıma yönelik değildir. Onların bu dili ve yazıyı anlaması zaten beklenmemektedir!
Zira COMÜ’nün son 10 yılını bilen herkes, bu siyaset biçiminin için hiçbir zaman eski ve yeni dönem olmadığını, aksine her dönemde ÇOMÜ’de alınan kararları istedikleri gibi yönettiklerini bilmektedir. Bu yüzden TBMM kürsüsünden söylenen bu sözlerin retorikten ileri bir anlamı bulunmamaktadır. Sözüm bilim insanı olmak için çaba sarf eden akademisyenleredir!
Theodor Adorno’nun söylediği gibi “Bilim itaatsiz olana ve itaatsizliğe ihtiyaç duymaktadır”. Yoksa insan doğaya boyun eğişi kabullenmiş olsaydı, bugün yaşadığımız hiçbir olanağa sahip olamaz belki de yeryüzünden çoktan çekilmiş olurduk. Gökyüzünü anlamasaydık denizlerde yolumuzu bulabilir miydik? Ya da bugün uydularımızla her yeri görebilir miydik? Rüzgârların gücüne boyun eğseydik, gemilerimiz, uçaklarımız, rüzgâr santrallerimiz olabilir miydi? Bizden milyarlarca kez küçük canlılar, binlerce yıl hayatlarımıza hükmetti; toplumları katletti. Ancak biz bugün çoğunu kontrol altına almayı başardık. Hatta bazılarını yok etmeyi bile başardık. Sadece tanrı vergisi olduğuna inanılan doğurganlığımızı artık biz yönetiyoruz. Nasıl oldu da binlerce yıl ilahlardan geldiği söylenen gazapları, hem öğrendik hem de kontrol altına alabildik? Tabi ki itaatsizliğimizle! Eğer ilk insanların kabulleri ile yaşayıp doğaya boyun eğseydik, bunların hiçbiri mümkün olamayacaktı. Peki, kimdi bu itaatsiz insanlar!
BİLİM İNSANLARI!
Onlar sıradan insanlardan farklı olan entelektüel yeteneklerini, doğanın gizemli güçlerini çözmeye adadılar. Bu sayede yıldızların gökyüzünde tesadüfi durmadıklarını, iklimin zamanla olan ilişkisini, yer kabuğunun hareket ettiğini, hastalıkların bir tanrısal bir ceza olmadığını ve dünyanın yuvarlak olduğunu öğrenebildik. Bu entelektüel macera bugün hayatımızı kolaylaştırmış olsa da çoğu zaman sahiplerinin hayatını zindana çevirmiştir. Birçok bilim insanı buluşlarından sonra toplumdan dışlanmış, bazıları üniversitelerinden kovulmuş, engizisyonlarda yargılanmış ve yakılmıştır.
Ancak, çoğu iktidarlarla uzlaşmamış ve görüşlerinde ısrarcı olmuş ve belki de hayatlarını bu nedenle olağanüstü kötü koşullarda tamamlamışlardır. Biz ise bugün onların mirasını, fütursuzca kullanırken, belki de ödenen bedelleri hatırlamak bile istemiyoruz.
BİZİM ÜNİVERSİTELERİMİZ!
Üniversitelerimiz, Cumhuriyet tarihi boyunca hep sorunlu olmuştur. 1930’lu yıllarda dünyanın en önemli bilim insanlarının öncülüğünde yapılan reform deneyimi, ne yazık ki ardından gelen muhafazakâr yönetimler ve darbelerle yok edilmiş ve 12 Eylül 1980’den itibaren de günümüzde ulaşması gereken noktaya yönlendirilmiştir. Rafta bekletilen YÖK yasası da çıkarılabilirse artık istenilen hedefe ulaşılacaktır. Ülkemizde Üniversiteye biçilen hedef, sermayenin güdümünde, onun ihtiyaçlarını önceleyen bir yapıya sahip olmasıdır. Eğitim ise sadece sermayenin ihtiyacı olan personel alt yapısının yetiştirilmesi içindir. Öğretim üyesi ise sermayenin teknisyenidir. Ona proje yapar, danışmanlık yapar; tabi ki bunun karşılığında kendisine makul bir hayat standartları da sunulur.
Toplum! Bilimsel özerklik! Onlarsız olur mu? Sepetin içinde onlar da var. Yeter ki sermayenin çizdiği sınırlar aşılmasın!
ÇOMÜ VE BİZ!
İşte ÇOMÜ’de olanların tam bu noktadan okunması gerekmektedir. Olay sen ve ben kavgası değildir. Bu kavgayı yapıyor görünenler, her zaman tüm kapıları açmışlardır. Olay yeni bir model yaratmaktadır ve ne pahasına olursa olsun yaratılacaktır. Bu noktada bazıları sürülecektir, bazıları kovulacaktır, bazılarına kadroları yıllarca verilmeyecektir ve bazıları kendiliğinden pes edecektir. Ve de bazıları ısrarla uzlaşmaya, yönetimle bir sorunu olmadığı mesajını vermeye ve siyasetin gelenekselleşmiş ve küflenmiş yollarını kullanmaya devam edecektirler. Ne de olsa bu topraklarda güçlü olan hep haklıdır!
BİZ NE YAPMALIYIZ?
Nerede duracağımıza karar vereceğiz. Çok da alternatifimiz yok aslında!
Ya akademik unvanları olan devlet memurları olacağız ve bize verilen görevleri ve rolleri yaşayacağız. Bu roller içinde sadece üniversite bulunmamaktadır; özel yaşam alanları da bulunmaktadır. Üniversiteyi şekillendiren iradenin aynı anda, doğurganlığımızı, giyim tarzımızı, yediklerimizi, içtiklerimizi, inanç tarzlarımızı ve çevremizi de düzenlemeye çalıştığını da unutmayın.
Ya da bilim insanı olacağız! O zaman da yapacaklarımız bellidir. Bize dayatılan her şeye itiraz edeceğiz. Yaşam alanlarımızı dayatmalar değil, biz planlayacağız. Bilim de öyle değil midir? Hiçbir politik, ekonomik, dini dayatmayı kabul etmez. Kendi kuralları vardır. Aslında onlar da doğanın kurallarıdır. Doğanın kuralları bilimsel sınırlar içinde anlaşılır ve okunursa daha yaşanılır bir toplum arzusuna yaklaşılabilir. Ayrıca bilim dünyayı anlamak, teker teker insanların yaşadıkları sorunlara çözümler getirmek için yapılır. Yoksa dünyaya hükmetmek, bilimin amaçları arasında yoktur. Bilim barışçıl amaçlarla anlamlıdır. Oysa hükmetmek faşizan bir yaklaşımın sembolüdür ki bu kavramlar bilim insanı ile uyuşmaz.
ÇOMÜ’de özellikle son iki yılda kronikleşmiş sorunların olduğunu hepimiz biliyoruz. Çünkü hepimiz kapalı kapılar ardında bunları konuşuyoruz. Ve aklımızdan karşımızdakinin bizi birilerine anlatıp anlatmadığı düşüncesi geçiyor.
Bu sorunlar o kadar büyümüştür ki TBMM kürsüsünde dile getirilmektedir. Ve birileri de bu sorunları ve sorunları yaşayanları yok sayıp ÇOMÜ’nün hiçbir dönemde olmadığı kadar huzur ve barışı ortamına sahip olduğunu iddia edecek kadar ileri gidebilmektedir. Bu aslında sadece sorunları değil bunları yaşayanları da yok saymaktadır.
Bu anlayışla uzlaşarak çözüm arayanlar daha başından yokturlar. Onlar yönetim tarafından ya görülmemekte ya da sıra dışında duran üç beş kişilerdir.
Oysa biz biliyoruz ki; bu dönemde mağdur olanlar üç beş kişi değildir. Onlarca kişi yıllarca süren çalışmaları sonucunda elde ettikleri hakların kendilerine bahşedilmesini beklemektedirler. Bunu yaparken de sessiz kalarak sonuca ulaşmaya çalışmaktadırlar. Konuşamamak bir bilim insanı için ölmektir! Bu arada yönetim tarafından bazı kişiler (hangi ölçütlere göre seçildiği bilinmeden) ödüllendirilmektedir ki diğerlerinin sessizliği sürebilsin.
Oysa biz ne örgütlenmeyi ne de hakkımızı savunabilmeyi başarabiliyoruz. TBMM’de üniversitemiz tartışılıyor ve biz bu konu ile ilgili iki çift laf edemiyoruz. Sınır dışı edilen arkadaşları için dersleri boykot eden liseli Fransız öğrenciler kadar olamıyoruz. Oysa mücadelemiz sadece kendi hakkımız için değil, diğer öğretim üyesi arkadaşımızı da kapsamalıdır. Bir yerde haksızlık varsa ilk konuşması gerekenler, bilim insanlarıdır. Haksızlık, tüm toplumu ilgilendirir. Ve bilimin çözmesi gereken en önemli yaşamsal sorundur. Şehy Bedrettin, “Bu kitaplar insanların eşitsizliklerine ve haksızlıklarına çare olmuyorsa neye yarar?”, demiştir. Kendi sorunlarını çözemeyen insanlar, toplumun sorunlarını çözdüklerini nasıl iddia edeceklerdir?
Bu pencereden bakıldığında biz bilim insanı olamayız. Sadece ve sadece devletten maaş alan, akademik unvanları olan devlet memurlarıyız. Projeler yapmamız, makaleler yazmamız, atıflar almamız, hatta patent almamız bu gerçeği değiştirmiyor. Bunlar memuriyetimizin gereği olan işlerdir.
COMÜ’den en azından hakkı yenen 10-20 kişi çıkıp da açık yüreklilikle, bu tartışmalara katılıp, bizim hakkımız gasp ediliyor diyemeyecek kadar korkuyorsa bu yarattığınız kurum bir bilim kurumu değil, çöldür. Aslında bu durum sadece üniversiteyi değil ülkemizi de ilgilendirmektedir.
Bilim insanlarının korku duymadan tartışamadıkları bir ülkenin nasıl olduğunun tarihte ve günümüzde yüzlerce örneği vardır”