BİLİM, BİLİM İNSANI, ADALET, ÜNİVERSİTE VE TOPLUM

2393
Coşkun BAKAR
Halk Sağlığı Uzmanı, Öğretim Üyesi
 
 
Bilim çoğu zaman toplumun geneli tarafından en hakiki mürşit ve güvenilir bilgi kaynağı olarak tanımlanır. Albert Einstein, “Gerçeklikle ölçüştürüldüğünde tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır; ama gene de sahip olduğumuz en değerli şeydir, bilim!” demiştir. Aslında bilimin tanımı bundan daha fazlasını içermektedir ve bilginin kendisinden çok süreci tanımlamaya çalışmaktadır. Bu süreç, yaşadığımız dünyayı anlamlandırmaya çalışan gözlem, hipotez oluşturma, sınama, yanılma ya da doğrulama basamaklarından oluşan karmaşık bir faaliyetler zinciridir. Çoğunlukla dünyaya ait aykırı sözleri olabilen entelektüel beyinleri kendisine çeker, bilim. Şart değildir. Ancak aykırı sözlere sahip olabilmek ve bunları koşullardan bağımsız olarak söyleyebilmek, bilimi daha değerli hale getirir. Zira bilim cesaret ister. Ürettiğiniz bulgular ve bunların sonuçları toplumun değerleri, kültürü ve hatta bazen inanç sistemi ile çatışabilir. Bu noktada önemli olan bilim insanının yöntemsel tarafsızlığıdır. Bilim insanının tarafsız olması gerektiğini söylerler hep. Ancak bu ifadeyi toplumdaki tüm tartışmalara ve taraflara eşit mesafede olmak ya da karışmamak olarak anlamlandırırız. Bu kesinlikle doğru değildir.
Bilim yaparken elbette ki bilim insanının merakı önemlidir. Ancak ondan daha da önemlisi bilim, insanların ve toplumların sorunlarına akılcı çözümler yaratmak amacıyla yapılır. Bizim üniversitelerimizde akademik yayınların çoğunlukla, dosya doldurmak ve doçent, profesör olmak için yapıldığını hepimiz çok iyi bilmekteyiz. Doğaldır ki yapılan çalışmaların karşılığı olacaktır. Ben burada bunu tartışmıyorum. Zaten makalenin ilerleyen kısımlarında bu noktadaki adaletsizlikleri ve sonuçlarını vurgulayacağım. Benim söylediğim tamamen başka bir şey. Bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Bizim toplumuzda halen can yakan bir sorun var. Çocuk yaşta evlilik! Bilim dünyası 18 yaş altında cinsel ilişkiye girmenin ve anne olmanın olumsuz sağlık, psikolojik ve sosyal sonuçlarını tartışmamaktadır. Bu nedenle bilgiyi günlük yaşantısına yansıtmaya çalışan bazı ülkelerde 18 yaş altında bir çocukla (erkek ya da kız fark etmez) cinsel ilişkiye girmek suçtur. Ve bu durum asla evlilikle kutsanmaz. Bu ülkelerde özellikle ergen dönemdeki hamileliklerle ilgili ciddi mücadele programları yürütülmektedir. Evlilik, nasıl olursa olsun bu durumu aklayamaz. Bilim insanı bu noktada taraf olmak zorundadır. Eğer inançları ya da kültürel değerleri nedeniyle o da bu tecavüz ayinine tarafsız kalırsa, varlık nedeni tartışılır hale gelir. Bu olgu aslında çok kolay bir örnektir. Toplumun birçok kesimi bu olgu da doğru tarafta görünebilir. Görünebilir diyorum, çünkü bu görüntü ülkemizde küçücük kız çocuklarının berdelle evlendirilmesini, anne olmasını ve sonra da bir silahla evinde ölü bulunmasını engelleyemiyor. Demek ki bir yerlerde bir hata var. Çünkü bilimsel yöntemin kurgusu dünyada sebepsiz bir olayın olmaması mantığına dayanır. Siz sorunu çözemiyorsanız, sebeplerini bulamıyorsunuzdur.
İşte buradaki tarafsızlık araştırma yöntemleri ile ilgilidir. Bilim adamı konu belirlemede, hipotezini kurmada özgürdür ve tarafgir olmalıdır. Aksi takdirde bilim ilerleyemez. Ancak hipotezin test edilmesi ve sonuçların yayınlanması aşaması tartışmasız, nesnel ve dürüst olmalıdır. Tabii ki adalet de olmazsa olmaz koşullardan birisidir. Burada bir hata yaparsa, bilinçli ya da bilinçsiz olsun, o kişi bilim insanlığından çıkmış, taraf olduğu gücün militanı haline gelmiştir. Bu bir ideoloji olabilir, din olabilir, bir şirket olabilir, politik irade olabilir, unvan, mevki ve en önemlisi de para olabilir. Diğer saydıklarım da din ve ideoloji dışında çoğu zaman para üzerinden insanları kendisine çeker. Aslında ideoloji ya da din de son noktada para üzerinden ikna etme yöntemleri kullanmaktadır.
İşte bilim insanı tarafsız olmalı derken, kendisinden beklenilen tam olarak yöntemsel tarafsızlık ve sonuçlarını yayınlamada gösterdiği dürüstlüktür. Bilim dünyayı anlamaya çalışır; bilim insanı da bu noktada dürüst ve adaletli olmak zorundadır.
Burada bir kavramla daha karşılaşıyoruz, adalet! Adaletin birçok anlamı bulunmaktadır. Bu yazıda adalet, “hakkı gözetmek” olarak anlamlandırılmıştır. Hak ise “bir davada gerçeğe uygunluk, doğruluk”, “adalet”, “verilmiş emekten doğan manevi yetki” gibi anlamlara sahiptir. Bizim toplumumuzda tanrısal bir anlamı da bulunmaktadır. Bilim insanı gerçeğe ulaşmak için çalışır ve bu çalışmalarında tarafsız, dürüst olmak ve adaleti gözetmek zorundadır.
Bu görev sadece bilim insanlarını bağlamaz. Günümüzde bilim insanları çoğunlukla üniversite denilen bir çatı altında görev yapmaktadırlar. Bu teknik olarak zorunluluk değildir. Bilim hiçbir kurum ve kişinin tekelinde olamaz. Ancak bilim insanlarının hem çalışmalarına kaynak bulması hem de varlıklarını sürdürebilmeleri için üniversite ya da araştırma kurumları da gereklidir.
Öte yandan hem bilimin kurumsal varlığı hem de ilgili ve yetenekli kişileri kendine çekebilmesi için adaletli ve dürüst olmak, üniversitelerin de olmazsa olmaz koşuludur. Özellikle okuma alışkanlığı olmayan, bireysel ve kurumsal olarak bilgiye düşmanlığın beslendiği toplumlarda, resmi söylemler dışında, gerçek anlamda bilgi ile uğraşmak için çok da fazla motivasyon yoktur. Düşmanlık kelimesini rahatsızlık duyulabileceğini bilerek özellikle kullandım. Çünkü bilgi dünyadaki en güçlü otoritedir. Aynı zamanda da özgürlüktür. Gerçek anlamda demokratik sistemler kuramamış toplumlarda, bilgi iktidarların düşmanı olabilir. Zaten bir toplumun demokratik olabilmesi için, her türlü bilgiye en hızlı ve güvenilir bir şekilde ulaşabilmesi lazımdır. Bir İngiliz Devlet adamının “demokrasilerde cehalete katlanılamaz” sözü bunu anlatmaktadır. Ancak gelişmemiş demokrasilerde çoğunlukla iktidarlar ellerine geçirdikleri gücü paylaşmak istemezler. En büyük düşman da bilimsel yollarla üretilmiş nesnel bilgidir. Bu bilgi kendi başına otorite olup sadece doğru bildiğini söyler. Yeter ki onu üreten bilim insanının, elde ettiği bilgiyi seslendirmeye cesareti olsun. Şunu da belirtmek lazım ki mevcut bilginin iktidarı da aynı yollarla üretilen daha doğru başka bilgiye ulaşıncaya kadar sürer. Burada iktidarı sadece siyasi ya da yerel politik iktidarlar olarak okumayın lütfen. Benim tanımlamaya çalıştığım iktidar kavramı daha geniştir. Tabulaşmış bir ideoloji, tarikatlar ya da cemaatler elinde siyasallaşmış dinler, sermaye gibi toplumda kendine büyük oranda yer bulan ve gücünü paylaşmak istemeyen tüm güç odaklarından bahsediyorum. Zaten bu güç odakları da bilimin enstrümanlarını, iktidarlarını daimi yapmak için kullanmaya çalışırlar. Nasıl ve neden olduğunu da siz düşünün.
İşte bu noktada üniversite çok önemlidir. Halkının sorunlarını çözebilecek, hiçbir otoritenin güdümünde olmayan, özgür bir bilim ortamı ancak bu ilkeleri hazmetmiş kurumsal bir kimlikle mümkündür. Kendisi kurumsal olarak adaletli olmayan, arkasını yerel ve ulusal siyasi güç odaklarına dayayarak ayakta kalmaya çalışan, bünyesinde bulunan akademisyenleri siyasal ya da kişisel husumetle ötekileştiren ve hakkına saldıran bir yönetim anlayışı, halkına ihtiyacı olan bilimsel hizmeti sunamaz; sunamıyor da. Burada bazılarının üniversitelerin yaptıkları hizmetleri söylenir gibi olduğunu duyuyorum. Döner sermaye ya da performans anlayışıyla sunulan hizmet faaliyetlerini, bilimsel faaliyetlerle karıştırmayacağınızı umut ediyorum. Bu faaliyetlerin çoğunu yapmak için üniversiteye gerek yoktur. Mühendislik hizmetleri için danışmanlık şirketleri, eğitim hizmetleri için okullar, sağlık hizmetleri için de özel hastaneler ya da devlet hastaneleri fazlasıyla ihtiyacı karşılar. Siz bu noktada bilimsel araştırmalar yapıp toplumla paylaşabiliyorsanız; işte o zaman üniversite farklılığı ortaya çıkar. Yukarıda saymadığım bir de temel bilimler var. Ancak onların görevi zaten hizmet değildir. Ayrıca üniversite içindeki herkes, temel bilimlerin giderek önemsizleştirilmeye çalışıldığını bilecek kadar tecrübeye sahiptir.
Cumhuriyet’in kuruluşundaki atılımdan sonra ne yazık bizim üniversitelerimizde bilimsellik öncelikli kaygı olamamıştır. Bu bilimsizlik (!) politikası akademik unvanlı yöneticiler tarafından sistematik olarak yürütülmüştür. İlginç olan, her gelen bilimin ve eğitimin kalitesini artıracağını, öğretim üyelerine ve üniversite çalışanlarına karşı adaletli olacağını, keyfi kadro kıyımı yapmayacağını, kaynakları hakkaniyete uygun şekilde dağıtacağını iddia etmiştir ve iddia etmeye de devam edecektir. Ancak hiçbirisi bunları uygulamamaktadır; gelecekte uygulanacağına dair, en azında benim umudum yoktur (Açık konuşmak gerekirse sistemin içinde bulunan çoğunluğun bu yapının değişmesi yönünde bir talebi yoktur). Ve tüm yönetimler dünya standartlarında üniversite yarattıklarını, koltuklarından indikten sonra bile iddia etmektedirler. O zaman birkaç soru sorayım:
Bu ülkede niçin her ay 100’e yakın insan, önlenebilir iş kazalarında ölmektedir? Niçin erkekler aşkından öldükleri eşlerini, sokak ortasında bıçaklamaktadırlar? Niçin yaşam alanlarımız, kısıtlılıkları olan insanların güven içerisinde yaşayabilecekleri yerler değildir? Niçin ortak paydada buluştuğumuz ve güven içinde yaşamamızı sağlayacak bir anayasamız yoktur? Niçin bir kanser hastasının ilaçlarını bulamadığını, eline tutuşturulan paraya itiraz edesiye kadar haberimiz olamıyor? Eğitim sisteminden memnun muyuz? Çocuklarımıza dünyayı ve bilimsel bilgiyi, her şeyden önce okumayı öğretebiliyor muyuz? Bir kız çocuğu 12 yaşında evlendirilip, 13 yaşında anne olup, 14 yaşında ölesiye kadar biz neredeydik? Bu sorular çoğaltılabilir. Peki biz, bilimsel yöntemlerle çözülebilecek bu sorunları, bir daha yaşamamak için biz ne yapıyoruz?
Bir düşünelim isterseniz!