Doç.Dr.Coşkun Bakar Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AD
Babamın kanatları inşaat işçisi İbrahim Usta’nın hikâyesi! Vizyona 2016 yılında girdi. Altın Portakalda en iyi erkek oyuncu ödülünü Menderes Samancılara kazandırdı ki sonuna kadar hak edilmiş bir ödüldür. Ne yazık ki Çanakkale sadece gişe filmlerinin uğradığı bir sinema çölü olduğu için daha önce izleme şansı bulamadım. Ancak bugün internet üzerinden izleyebildim. Bu yazının gecikmesinin sebebi de bu...
İbrahim ustanın hikâyesi, loş, soğuk ve özensiz bir hastane muayenehanesinde başlıyor. Doktor hastasına kendi anladığı dilde hastalığı anlatınca, “Yani” diyor İbrahim Usta ve “Yani Kanser” diye son derece duygusuz bir yanıt alıyor. Aslında İbrahim Usta özelinde inşaat işçilerinin hikâyesini anlatıyor Kıvanç Sezer filminde. Olayın sadece iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili olmadığını, bütün bir sistemin sorunlu olduğunu gösterircesine tüm ayrıntıları filminde yansıtmak için elinden geleni yapmış, yönetmen. Ailesi için çalışmak zorunda olan İbrahim Usta’ya tıbbi olarak kemoterapi reçete eden sağlık sistemi, sorunu sigara ve moral düzeyine indirerek görevini tamamlıyor. En kötüsü de içinde bulunduğu aczi “Allah’tan umut kesilmez” cümlesiyle itiraf edip, hastanın başına gelen olayı anlaması için bile ihtiyacı olan süreyi çok görerek bir sonraki hasta için butona basıyor; banka memuru gibi...
Ülkemizde her ay yüzün üzerinde insan kişi sabah ekmek parası için çıktığı evine bir daha dönemiyor. İnşaat sektörü bu kazalarda önemli bir yere sahip. Film, sadece sayılardan ibaretmiş gibi görülen istatistiklerde unuttuğumuz insan yüzümüzü bize hatırlatıyor. İnşaat sektörünün yarattığı korkutucu heybet ile başlıyor film, devasa binaları gözümüze sokarak. Yaşam alanları diye lüks hapishaneler dikiyoruz her bir tarafa ve bununla da övünüyoruz. Tıpkı Paskalyalıların heykeller gibi.
İnşaat sektörünün zorlukları bir bir göz önüne seriliyor filmde. Birilerine umut dolu gelecek hayalleri kurduran binalarda, birilerinin hayatlarının nasıl söndüğünün hikâyesi anlatılıyor. Örneğin çalışmayan bir vincin bedelini gencecik bedenler ödüyor, kilolarca yük altında ezilerek. Hem de okul harçlıklarını çıkartabilmek için. Umut da var filmde. Yaşadıklarını hissedebilmek için olsa gerek, işten artan kalan zamanlarda halay çekiyor işçiler. Ya da bir işçi bir yuva kurabilmek hayaliyle sarılıyor sevdiğine, yarının ne getireceğini bilemeden, kadere bağlayarak umutlarını…
Gencecik bir çocuğun yaşamı bir vincin ucunda sönerken, yoksul ve cahil ailesi kendilerine verilen paraya razı olarak hayatlarına devam ediyorlar. Öyle diyor ya ustabaşı patrona, imzada sorun çıkıp çıkmayacağını sorduğunda: “Olmaz niye sıkıntı olsun? Zaten cahil insanlar, fakir fukaralar niye sıkıntı olsun?” Gencecik bir yaşama karşılık, sattıkları “bir” dairenin bile fiyatından çok daha az bir tazminatla olayı kapatıp, fakir fukara babası olarak büyük sevaba giriyorlar. Yine yaşanan aczi Allah’ın adaletine devreden sistem görevini yerine getiriyor.
Film bunun dışında hakkını aramaya çalışan işçilerin başına gelenleri de anlatıyor. Ekmek parasının derdinde hakkını almaya çalışan ve işçileri bilinçlendirmeye çalışan çıbanbaşı, gece yarısı vicdansızca işten atılırken, hakkını yıllarca sürecek mahkeme koridorlarında arayacağını bilen patron ise son derece rahat bir şekilde işine devam edebiliyor.
İbrahim Ustaya gelirsek hastalığı nedeniyle tedavi olması gerekirken, prim ödeme günü dolmadığı için emekli olup son günlerinde insanca yaşamak hakkından bile yararlanamıyor ve yine olay uygun bir tazminatla çözümlenmeye çalışılıyor. Önce hayırsever, işçi dostu patron büyük bir iyilik yaptığının bilincinde, İbrahim Ustanın yaptığı evlerden birisinin “bir odasını” bile alamayacak bir tazminatla aileyi yasal haklarından vazgeçmeye davet ediyor. Sonuçta şirket güvenlik önlemlerine dikkat ederken, işçiler yapmamaları gereken şeyleri inadına yapıyorlar ve bu işin şeyinde bu var nasıl olsa… Ayrıca yılarak sürecek mahkeme koridorlarının ailenin hakkını ver(e)meyeceğinin de herkes gayet iyi biliyor. O yüzden bu iyiliksever patronların verdiği ile yetinmek herhalde en doğrusu.
Acılı eş buna ikna olamayınca da tehdit ederek, korkutarak ve iyi niyetlerine karşılık vermemekle suçlayarak, masayı terk edip gidiyorlar. Sonuçta sistem elinden gelen her şeyi yaptı ve patronun deyimiyle “Kimse onlardan daha fazlasını beklemesin”…
Kıvanç Sezer ve ekibine teşekkür ediyorum. Bir sorun ancak bu kadar güzel anlatılabilir ve işçilerin yaşadığı cehennem izleyiciye bu kadar güzel aktarılabilirdi…
Akademinin yap(a)madığı işi bir sinemacı olarak çok doğru bir şekilde yapmış. Bizler akademi olarak iş sağlığı ve güvenliği dersleri, işyeri hekimliği sertifikaları veriyoruz, yüksekokullarda iş güvenliği uzmanlığı programları açıyoruz. Devlet ve patronlarla birlikte kongreler düzenliyoruz ve ödüller dağıtıyoruz. Ancak sorunu çözemiyoruz. Devletin bu konuyla ilgili koca bir Bakanlığı var ve önüne “İş Sağlığı ve Güvenliği Hedef Sıfır Deklarasyon” hedefleri koyuyor; sorunun çözüleceğine dair hiçbir umut ışığı var mı; bilemiyorum. İş kazalarında en azından sorunu tanıyabiliyoruz. Meslek hastalığında ise daha tanı bile koyamıyoruz. Üç meslek hastalığı hastanemiz var; yüzden fazla eğitim araştırma hastanemiz var, yüz binin üzerinde doktorumuz var; ancak meslek hastalığı tanısı koyamıyoruz. İyi kötü bir yasa çıkardık; “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”, yıllardır, doğru düzgün uygulayamıyoruz. En önemli sorun da devletin kendisi. Çünkü yasanın gereklerini yerine getiremiyor. Örneğin iş sağlığı ve güvenliği eğitimleri orta oyununa dönmüş durumda.
Toplum ise tamamen başka bir noktada! Hiçbir güvenlik bilincini içselleştiremiyor. Emniyet kemeri bile takmayı öğrenmemiş bir toplum, inşaatta kask takmayı beceremiyor. Bırakın onu, hem toplumu hem de hastaneleri enfeksiyondan korunmak amacıyla giyilmesi gereken önlüklerin ve yeşil mavi üniformaların dışarıda hatta şehirde bile gezdiğine tanık olabiliyorsunuz. Her şeyi kadere ve Allah’a bağlayan insanlar çalışırken ölümü içselleştirmiş durumda. Ne diyordu filmde ustabaşı; “Ölenle ölünmüyor; ne yapalım? Bizim işimiz tehlikeli… Bizim işimizin şeyinde var bu; şeyinde var. Bir şey diyordu ya o şeyinde var. Şeklinde var diyelim da…” Hâlbuki çoğunluğun inandığı, taptığı Allah, ona deveni sağlam kazığa bağlamadan bana dua etme demiş. Toplum bu kıstası bile unutmuş durumda.
Sonuçta ne oluyor, toplumun, sivil toplum örgütlerinin, akademinin ve devletin gözü önünde insanlar sabah işe gidiyor ve akşama dönemiyor. Ve biz buna kader diyoruz. Kıvanç Sezer’in filmi bu fotoğrafı gözümüzün içine soktuğu için izlenmeye değer bence… Hatta eğitim amaçlı olarak okullarda izlenmelidir. Ne diyelim tüm ekibin emeğine ve yüreğine sağlık.