Sermet Atadinç

sermet@canakkaleolay.com

24 Temmuz basın bayramı değildir!..

1435
24 Temmuz 1908 tarihinde basında sansürün kaldırılması sonrasında, ertesi gün çıkan gazetelerin sansür memuruna teslim edilmeden yayınlanmasının anlamına bağlı olarak geçen 104 sene içersindeki gelişmeler; bu tarihi günün önemini yok etmiştir. 
 
104 yılda kapatılan toplatılan, imha edilen gazetelerin, dergilerin, kitapların sayısının haddi hesabı yok. 104 yıldır tutuklanan ve mahkûm olan gazetecilerin, yargılanan gazetecilerin sayısını bilen yok... Bugün 100’e yakın gazeteci cezaevlerinde... Gazetecileri içerde olan ülkeler nezdinde dünya birincisi bir ülkeyiz.
 
Ya öldürülen gazetecilerimiz…
 
İşte bundan dolayı 24 Temmuz’un ülkemizde “basın bayramı “ya da “sansürün kaldırılışının yıldönümü” olarak kutlanması anlamlı değildir.
 
Ülkemizde sansür bazen kaba saba, bazen üstü örtülü olarak bir devlet politikası olarak, hep uygulandı. Gerçeklerin kamuoyu ile buluşmasını engellemeye çalışan kesimler her zaman bu yönteme başvurdular. Gazeteciler, aydınlar, sanatçılar bu iklimin getirdiği koşulardan nasiplerini hep aldılar. Dönem dönem bu baskılar onların öldürülmesine kadar vardırıldı. Uğur Mumcu’lar, Musa Anter’ler, Hrant Dink’ler, Metin Göktepe’ler gazeteci kimlikleri nedeni ile katledildi. Devlet; ceza yasası, terörle mücadele yasası gibi yasalar ile gazeteciler üzerinde hep baskı oluşturdu. Bununla da yetinmedi oto sansür uygulamalarını devreye soktu. Gazeteciler her fırsatta hükümet yetkilileri tarafından tehdit edildi, başbakan gazetecileri sorumlu göstererek, tehditler savurdu. Gazeteciler mesleklerini özgür koşullarda yerine getiremez noktaya geldi. Gazeteciler üzerindeki bu baskı egemen kültür haline dönüşünce en küçük bir muhalif yayın nedeniyle gazeteciler mahkeme salonlarından çıkamaz noktaya geldi. Bugün 10 bini aşkın açılmış dava var gazeteciler hakkında.
 
Bir yandan demokrasi ve özgürlüklerden bahsedenler kendilerinin ve uygulamalarının eleştirildiği en küçük bir haber karşısında gazetecileri sindirmek için hemen soluğu mahkeme kapılarında alıyorlar.
Kentimizde de bunun örneklerine çok rastlamaktayız.
 
Daha geçenlerde Vitalis Kafe nedeniyle yaptıkları bir haber nedeniyle ÇOMÜ Rektörü tarafından dava edilen iki gazeteci arkadaşımızın mahkemelerine tanık olduk. Varın siz düşünün artık; özgürlük kavramının bilim kurumları açısından olmaz ise olmaz olduğu koşullarda gazetecilere tahammül edemeyen bu anlayışın sonuçlarını.
 
Zaten cezaevlerindeki gazeteciler bunun en güzel kanıtı.
 
Yaşanılanlar böyle iken, birde sansür anayasal gereklilik haline getirilmeye çalışılmaktadır. Yeni anayasa tartışmalarında gündeme gelen ‘milli güvenliğin, kamu düzeninin ve genel ahlakın korunması, yargı bağımsızlığının sağlanması, suçların engellenmesi amacıyla basın özgürlüğüne kısıtlama getirilmesi anlayışı’ sansürün anayasa kapsamına sokulması girişiminden başka bir şey değil.
 
Anlaşılan odur ki halkın haber alma hakkı ve bu alandaki özgürlükler için demokrasi güçlerinin önünde daha çok görevler var.
 
Bu alanda gazeteci arkadaşlarımıza da çok önemli görevler düşmektedir. Bugüne kadar bu alanda tavır almayan gazetecilerin, yaşanılanları iyi analiz ederek; almaları gerekli sorumluluk konusunda bir kez daha düşünmeleri gerekir.
 
Bugüne kadar, “suçları yoksa zaten serbest kalırlar”, “hukuk her şeyi çözer”, “hukuka güvenmek zorundayız” diyerek kendini kandıran (!) ama bu tavırlarıyla tertibe “doğal müttefik” olanların tarihten alacakları dersler var.
 
Alman Rahip Martin Nemoer’i gözünüzün önüne getirin. “Almanya’da önce komünistleri yok etmek için geldiler. Ses çıkarmadım çünkü komünist değildim. Sonra Yahudileri yok etmeye geldiler. Ve yine ses çıkarmadım. Çünkü Yahudi değildim. Adından sendikacıları yok etmeye geldiler. Ve ses çıkarmadım, çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikleri yok etmeye geldiler. Ve yine ses çıkarmadım. Çünkü ben bir Protestan’dım. Sonra beni yok etmeye geldiler. Ve o an geldiğinde… geriye sesimi duyacak kimse kalmamıştı…” diyen Alman Rahip hiç mi bir şey ifade etmiyor sizin için?