Troia’nın mirası İda Dağı’nın günahkarları...

Troia... Akhalılar’ın tabiri ile “Güneşin doğduğu kent.”

868
 
 
 
Röportaj: Seçkin SAĞLAM
Toprak ananın en cömert davrandığı, en bereketli, en güzel çiçekleri ile bezediği, tanrıların yalnızca Troialılar için yarattığı aşkın şehri, acı şarapları ile mutlu insanların kenti Troia...
Troia ve Kazdaağları`nı konuşmak için yılın ortalama 300 gününde olduğu gibi yine rüzgarın bir bıçak gibi kestiği Çanakkale`de, Kordonboyu`nda bulunan Troia Tahta Atının önünde Çanakkaleli yazar Yusuf Ay ile buluşuyoruz. Rüzgardan dağılan beyaz, uzun saçları, sırtında bir kambur gibi taşıdığı yeşil çantası ile yürüyoruz... “Troia” diyor, “Bir aşk yüzünden yıkıldı. Ölümün yenildiği şehir burası.”
“Troia`nin öyle bir öyküsü var ki, dünya durdukça hep anlatılacak” diye ekliyor, rüzgarda dağılan sesiyle, “Bu öykü, Troia`yı ölümsüzleştirmiştir ve Troia`da yaşayan kahramanların her birinin öyküsü vardır. Troia`da, batı kapılarının önünde ölüm yenilmiştir”
“Nasıl yenilmiştir?” diye, onun sözünü kesmek istemesem de gayri ihtiyari soruyorum;
“Ölüm nasıl yenilir?”
“Troialılar’ın kahramanı büyük Hektor`u kim unutabilir?” diye soruyor o da bana. “Troia ile anlatılan kitaplara bak, hepsinde Hektor`un öyküsü var, Paris`in, Troia Kralı Priamos`un, Hekabe`nin. Troia`daki her bir kahramanın öyküleri binlerce yıldır var”
 
 
“Ne olmuş Troia`da?”
“Troia`nın batı kapılarında, yarı tanrı Akhilleus ile Hektor`un duellosu vardır orada” diye cevaplıyor. “Akhilleus yarı tanrıdır, Hektor ise bir ölümlüdür. Troia`nın İlyon Ovası`nda tanrı gibi dövüşen biridir ve Troialıların kahramanıdır. Annesi yani Kraliçe Hekabe, Hektor`a yalvarır; `Oğul, çıkma onun karşısına, o seni alt eder` der. Babası, kardeşleri, kucağında Hektor`un küçük oğlu Astyanaks ile eşi yalvarırlar. Hektor, öyle gururlu, öyle mağrur bir adamdır ki; öleceğini bile bile, Akhilleus`un karşısına çıkar. Ve der ki; `Eğer Akhilleus`un karşısına çıkmazsam, Troialıların yüzüne nasıl bakarım?` Ve dövüşürler, sonunda Hektor yenilir, öldürülür. Öldürülmesi bir yana, oradaki dram, bugüne kadar dünya üzerine yaşanan dramların en büyüğüdür. Surların üzerinde anası, babası, eşi ve tüm Troialılar, onun öldürülüşünü seyrederler. Akhilleus, Hektor`u öldürür! Öldürdükten sonra, topuklarının yanından deler ve Myrmidon urganı ile bağlayarak ölüsünü sürükler. Akhilleus, Hektor`un ölüsünü karargahına götürmüştür ve babası yaşlı Priamos, hazinesinin en değerlilerini alarak Akhilleus`un karargahına gider, ayaklarına kapanarak yalvarır ve `bana oğlumun ölüsünü ver, sana hazinemin en değerli mücevherlerini getiririm. Bunlar yetmezse daha da getiririm, yeterki oğlumun ölüsünü ver` der. Böyle bir dramdır işte. `Batı surlarında ölüm yenildi` derken, kast ettiğim budur. Hala, 3 bin yıl sonra, onun adı yine dillerdedir. Anadolu`nun en büyük ve ilk kahramanıdır. Akhilleus`u kim unutmuştur? Paris`i, Hekabe`yi kim unutmuştur? Ölüm maddi olarak insanları yenebilmiştir, ama manevi olarak ölüm, Troia`nın batı surlarında yenilmiştir. Troia öyle bir yer işte!”
Yazar Yusuf Ay anlatırken, aklımın köşelerinde Hallac-ı Mansur`un “Yaşamak için ölmek gerekir” sözleri dolaşıyor. Oysa bize hiç de yabancı değil bu sözler; Ne kadar çok tanıyoruz, yaşamak için ölenleri....
Troia çağının en görkemli, en zengin kentidir. İÖ 3000 yılında kurulduğu, İÖ 1200`lü yıllarda da o meşhur savaş yaşandığı söylenmektedir. O zamanki adı “Helles Pontus” olan Çanakkale Boğazı, ticaret gemilerinin geçiş güzergahındaydı. Troialıların kontrol ettiği Çanakkale Boğazı`ndan geçen her gemi, Troialılara vergi öderdi. Karadeniz`den bakır ve kalay getirirlerdi özellikle. Çünkü bakır ve kalay o dönemin en değerli madenleriydi. Nedeni ise silahlar onlardan yapılırdı.
“Paris-Helene aşkı nasıl başlar?” sorusu üzerine, cevabını zaten iki kitap yazacak kadar bilen yazar Yusuf Ay, başlıyor anlatmaya; “Babası Kral Priamos`tan bir gemi ister Paris. Onu alır ve denize açılır. Alınyazısı onu Sparta`ya Menelaus`un sarayına götürür. Paris`i konuk ederler, işte orada Menelaus`un karısı, tarıçalar kadar güzel, en az onlar kadar alımlı Helene ile karşılaşır. Görür görmez der ki; `Aşk tanrıçasının bana vaadettiği kadın bu. Başka biri olamaz!` Helene de ona vurulmuştur.”
Gür sesiyle onun öyküsünü kesmek istemesem de “Peki savaş nasıl başladı?” diyorum;
O da anlatımını kesmeden devam ediyor; “Günler sonra, Girit Adası`na Helene`nin dedesinin cenaze törenine gittiklerinde, Paris ile Helene gizlice Troia`ya kaçarlar. Akhalılar, Greek`ler zaten bir bahane aramaktadırlar. Çünkü Troia gittikçe büyüyen, güçlü ve görkemli bir şehir olmaktadır. Bu zenginliği ele geçirmek isterler. Helene`nin kaçışı ise bardağı taşıran son damla olmuştur. Tüm Akha kralları birleşerek on yıl süren bir savaş başlar.” Ay, “Bu savaş aslında tanrıların da savaşıdır” diyerek devam ediyor; “Tanrıların bir kısmı Troialıların yanında yer alırken, diğer kısmı Akha ordularını desteklerler. Savaş uzadıkça, uzar, bir Troialılar, bir Akhalılar öne geçer, ama 10 yıl sürer bu acımasız savaş. Bu savaş, tarihin gördüğü en acımasız ve uzun süren savaşlardan biridir.”
Yaklaşık bin sayfadan oluşan, iki ciltlik kitap yazan birine “kitabını özetle” deme gafletine düşmek istemesem de “Kitaplarınızda siz neyi anlatmak istediniz?” diye soruyorum... “Ben aşk ve ölümü anlatmak istedim” diyor, Troia`ya 3 bin yıl sonra, yeniden can veren Ay, “Aşk bana göre yeniden yaratılıştır. Ölüm ise elveda demektir sonsuza dek! Bir daha hiç görüşmemek üzere elveda! Yer yüzünde öleceğinin bilincinde olan tek canlı, tek yaratık insanoğludur. Hiç ölmek istemeyen de odur. Tanrı olmak isteyende... Efsanelerle, iyilik ve kötülükleriyle ölerek, ölümü yenmek tutkusuyla yaşama tutunmaya çalışan da insanoğludur. İnsan soyunun dramı da burada başlar işte. Altın soylu o büyük kahramanların hayatı gerçekte trajedi değil de nedir? İşte bu yüzden efsaneler gerçektir. Çünkü, ölüm vardır, ölüm! İşte bu kitap, aşkın ve ölümün destanlarında kendini arayan insanoğlunun amansız trajedisini anlatır. Hiç ölmek istemeyen, ama o yaman çelişkisiyle ölüme koşmaktan de çekinmeyen insanoğlunun” sözleri ile yine felsefi bir cevap veriyor Ay.
“İda Dağı, Troialılar için ne ifade eder?” sorusunun zamanının geldiğini düşünerek, cevap bekleyen gözlerle “Troya`nın gelini Helene” kitaplarının yazarına bakıyorum; “Troia ve İda Dağları bir bütündür. Hem Troia`nın bereket kaynağıdır, hem de ilk güzellik yarışması ile tanrıçaların Troialılara düşman olması orada başlar” diyor ve İda Dağı`nın kutsallığını şu sözlerle anlatıyor; “Tanrı Apollon`un zaman zaman İda Dağı`nda durduğuna inanılır. Cevat Şakir, Apollon için `bir anadolu tanrısıdır` der. İda Dağı`nın suyu Skamondros (Bugünkü Küçük Menderes Çayı), binlerce yıl boyunca Troialı gelinlerin yıkandıkları bir sudur. Neden yıkanıyorlar? Daha Troia kurulmadan önce aşk tanrıçası Afrodit oraya gelir. Skamondros`u görünce orada yıkanır ve `Bu suda yıkanan gelinler hiç yaşlanmasın` der. `Sevda çeken kadınlar, gelinler bu suda yıkansın ve hem kendileri hem de erkekleri mutlu olsun` der. İşte bunu bilen Troialı gelinler, gerdeğe girmeden önce o suda törenlerle, şölenlerle yıkanırlardı. İda Dağları, kutsanan suların olduğu bir yer. `Bin pınarlı İda Dağı` vahşi hayvanları ile farklı bir yer o zamanlar. Bunun dışında Akhalılarla, Troialıların savaşında Skamondros`un, taşarak Akhalıları boğduğu da söylenir. Yani kutsal ve tanrısal bir yanı da vardır İda Dağı`nın.”
“Peki ya bugünkü altın madencileri?” diyorum; “Oradan altın çıkarmak bir suçtur. Affedilemez. Çünkü değil oradan çıkacak altın, dünyanın tüm servetleri ikinci bir Kazdağları`nı yaratamaz” diyerek, sadece bitki ve canlı çeşitliliği, temiz havasını kastetmiyor tabi ki. Kazdağları ile birlikte kaybedilecek, sadece onlar değil çünkü, Troia kaybedilecektir işte o zaman.
Çanakkaleli yazar Yusuf Ay ile Kordonboyu`ndaki Tahta Atın önünde başlayan yolculuğumuz, Troia`dan, “bin pınarlı” İda Dağı`ndan, Sparta`dan geçti. Binlerce yıl önce yaşanan ve bin sayfalık “Troya`nın gelini Helene” isimli iki ciltlik kitabını, Troia`yı ve Kazdağları`nı konuşmaya çalıştık.
İşte Troialı gelinlerin törenlerle yıkandığı ırmakların aktığı, vahşi hayvanların tanrılarla birlikte yaşadıkları, Hektor, Paris gibi Troia kahramanlarının ve Troialıların doğal şahidi İda Dağı, ya da günümüz adıyla Kazdağları, bugün tüm bu kutsallığa savaş açmış Kanadalı şirketlerin istilası altında. İşte onlar, tabiri yerindeyse Troialılar’ın kutsalı, İda Dağı`nın günahkarları, binlirce yıl sonra geri dönen Akhalılar...
Bugün de florası ve fuanası ile dünyanın ender güzelliklerini bir arada yaşatan, bin yıllarca bu topraklara bereket sunan cömert İda Dağı, altın madenleri, termik santraller ve HES`lerle yok edilmek isteniyor. Ya da mitolojik olarak adlandırırsak; İşte yeni Akhalılar! Tekrar Troia`yı istilaya gelmişler!
Sahi Troia`da yenilen neydi? Şimdi Akhalılar kim, Troialılar kim?
Peki ya İda Dağı yok olursa?
İşte o zaman yenilir Kahraman Hektor! Ve Troialılar....
 
 
 
 
 
Paylaş