Karneler dağıtıldı, eğitim sınıfta kaldı

Eğitim Sen 2011-2012 öğretim yılının ilk yarı yılında eğitim sisteminin içinde bulunduğu koşulları irdeledi. Yaşanılan sorunlar noktasında “Yıllardır uygulanan ekonomik politikalar, kamudaki siyasal kadrolaşma, hak gaspları, sağlıkta yaşanan katılım payı ve diğer uygulamalar, paralı eğitim uygulamaları, ataması yapılmayan işsiz öğretmenlerin durumu, ücretli öğretmenliğin yarattığı sorunlar, ekonomik krizin giderek ağırlaşan yansımaları ve diğer hak gaspları, işyerlerini içten içe kaynatan, kamu emekçilerinin önemli bir bölümünü sorunlarını tartışmaya ve sorgulamaya iten sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

737
Eğitimin ve eğitim emekçilerinin yıllardır yaşadığı sorunlara kalıcı çözümler üretilmemiş, sorunlarımızın çözülmesi noktasındaki taleplerimiz görmezden gelinmiştir. Son yıllarda eğitimin bütün kademelerinde yaşanan ticarileştirme uygulamalarının sürmesine, çeşitli adlar altında angarya çalışmanın yaygınlaşmasına, baskılar, sürgünler ve anti demokratik uygulamalara karşı sessiz ve tepkisiz kalmayacağımızı göstermek için 21 Aralık Çarşamba günü gerçekleştirdiğimiz grev AKP hükümetine önemli bir uyarı olmuştur” değerlendirmesi yapıldı.
 
Eğitim Sen tarafından hazırlanan raporda eğitim sisteminin içinde bulunduğu sorunlara dikkat çekildi.İlk Bölümünü 21Ocak günkü gazetemizde yayınladığımız raporun ikinci bölümünü yayınlıyoruz:
 
“2011-2012 eğitim öğretim yılının birinci yarıyılı itibariyle eğitimde yaşanan diğer sorunlar şunlardır;
AKP’nin eğitime bütçeden yüksek oranda pay ayrıldığı ve okullaşma oranlarındaki artışa ilişkin çizdiği olumlu tabloya karşın yaklaşık çok sayıda çocuk eğitim hakkından yararlanamamaktadır. Bakanlık, özellikle okul öncesi eğitim oranlarının arttığını iddia etse de, adrese dayalı kayıt sistemine göre açıklanan rakamlar gerçeği yansıtmamakta, Türkiye’nin pek çok bölgesinde, özellikle okul öncesi eğitimde kayıtlarda görülen öğrenci sayısı ile okula devam eden öğrenci sayısında belirgin bir fark bulunmaktadır. MEB, pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da sadece kendilerine iletilen rakamları açıklamakta, bu rakamların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ile ilgili herhangi bir inceleme yapma ihtiyacı hissetmemektedir.
 
Okulların fiziki yapı ve donanım açısından yaşadığı eksiklikler sağlıklı bir eğitim hizmetinin verilmesini güçleştirmektedir. Okulların büyük bölümünde araç-gereç, kütüphane, altyapı donatım yetersizlikleri sürmektedir. Öğrenciler, büyük kentlerde 40-50 kişiye varan kalabalık sınıflarda, kırsal kesimde ise birleştirilmiş sınıflarda öğretim görmeye çalışmaktadır. Sadece ilköğretimde öğrencilerin OECD ortalaması olan 22 kişilik sınıflarda sağlıklı bir biçimde tekli eğitim görebilmeleri için gerekli olan derslik sayısı 163 bin 309’dur.
 
Resmi rakamlara göre Türkiye’de ilköğretimde derslik başına ortalama öğrenci sayısı 31, orta öğretimde 34, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Mersin, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Batman, Van ve Ağrı’da derslik başına ortalama öğrenci sayısı Türkiye ortalamasının üzerindedir. Sadece İstanbul’da derslik başına ortalama öğrenci sayısı ilköğretimde 45, orta öğretimde ise 41’dir.
Türkiye’deki okulların halen üçte ikisinde ikili, üçte birinde tekli eğitim yapılmaktadır. Sınıf mevcutları geçmişe göre azalmasına karşın, özellikle yoksul, emekçi ailelerinin yaşadığı bölgelerdeki okullarda kalabalık sınıflarda eğitim-öğretim yapılmaya çalışılmaktadır. Kalabalık sınıflarda eğitim hem öğretmenler hem de öğrenciler açısından önemli bir sorun olmayı sürdürmektedir.
 
Birleştirilmiş sınıflar ve taşımalı eğitim uygulamasının yaygınlığı eğitim sisteminin öncelikli sorunları olmayı sürdürmektedir. 2011–2012 eğitim öğretim yılı itibariyle 15.961 ilköğretim okulu taşımalı eğitim kapsamına alınmıştır. Ülke genelinde taşıma merkezi ilköğretim okullarının sayısı ise 5.956’dır.
Yatılı İlköğretim Bölge Okulları’nda (YİBO) eğitim gören öğrenci sayısı ciddi bir artış göstermiştir. 2002-2003 eğitim öğretim yılında 546 YİBO’larda okuyan öğrenci sayısı 166 bin 543 iken, 2011 yılında YİBO sayısı 539’a düşmüş, ancak YİBO’da okuyan öğrenci sayısı 247 bin 563’e yükselmiştir. Süreç içerisinde okullaşma sorununa temel çözümün bu kurumlar eliyle gerçekleştirileceği beklentisi oluşturulmuştur. Oysa temel olarak yapılması gereken, her çocuğun kendi ikamet ettiği yerde okul, derslik ve öğretmen açığı sorununun giderilmesi ve bu yolla çocukların kendilerinin ve ailelerinin ikamet ettikleri yerlerde eğitim görmelerinin sağlanmasıdır. Bu sürecin bir an önce gerçekleştirilmesi için acil düzenlemeler yapılmalı ve YİBO’lar en kısa sürede kaldırılmalıdır.
 
AİHM kararlarına rağmen zorunlu din dersi uygulamasında ısrar edilmekte, başta Aleviler olmak üzere başka inançtan olan ya da herhangi bir inanışı olmayan ailelerin çocuklarına yönelik ayrımcı uygulamalar sürmektedir.
 
Eğitimde “ticarileştirme” ve “özelleştirme” uygulamaları bütün hızıyla sürmekte, kamu-özel ortaklığı çerçevesinde okullarda kamusal finansmanın yerini büyük ölçüde özel kesimden, şirketlerden sağlanan finansmana bırakmaktadır. Ayrıca son yıllarda eğitim alanında şirketlerin sponsorluğu, devlet/kamu okulları arasında gelir ve ticari faaliyetlere göre hiyerarşinin, bu bağlamda “ayrıcalıklı devlet okulları”nın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
 
Eğitim sistemimizin bir diğer önemli konusu anadilinde eğitim konusunun henüz çözülememesinden kaynaklı sorunların artarak sürüyor olmasıdır. Anadilinde eğitim, çocukların zihinsel gelişimlerinin, öğrenme yeteneklerinin ve sağlıklı bir kimlik edinmelerinin olmazsa olmaz koşullarındandır. İlköğretim çağına kadar kendi anadili ile dünyayı ve çevresini tanıyan çocuğun, herhangi bir geçiş süreci yaşamaksızın yabancısı olduğu bir dil ile eğitime başlaması, pedagojik açıdan kabul edilmez bir durumdur. Türkiye’de milyonlarca çocuğun kendi anadillerinde eğitim hakkından yoksun bırakılması, çocukluktan itibaren zihinsel gelişimi ve kimlik edinme sürecini olumsuz etkilemektedir. Eğitim hakkının gerçekleşebilmesinin ve eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanmasının koşullarından birisi çocuğun anadilini öğrenmesi ve anadiliyle eğitime başlamasıdır. Eğitimin yukarıda dile getirilen amaçlarına yönelik olarak başarıya ulaşması da aynı şekilde anadiliyle yakından ilgilidir. Anadilinde eğitim hakkı, BM sözleşmeleri dâhil birçok uluslararası düzenleme ile güvence altına alınmış temel bir insan hakkıdır. Birleşmiş Milletlerin sözleşmelerinin anadilinde eğitim ile ilgili maddelerine konulan bütün çekinceler kaldırılmalı, eğitim biliminin temel ilkelerinden birisi olan anadilinde eğitim hakkı tanınmalıdır.
Ücretli öğretmen görevlendirmelerinin, yoğunluklu olarak yoksul olan ve Bakanlığın beklediği kadar “katkı payı” verilmeyen bölgelerde olması dikkat çekici olan bir diğer noktadır. Gelir düzeyi yüksek olan semtlerde kadrolu öğretmenler görevlendirilirken, yoksul semtlerdeki okullarda ücretli öğretmenler görevlendirilmekte, bu anlamda bizzat MEB tarafından yurttaşlar arasında “resmi ayrımcılık” yapılmaktadır.
 
Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre 81 ilde 4 bin 93 dershane bulunmaktadır. Dershaneler yıllar içinde, aksi yöndeki tüm iddialara rağmen kamu okullarına alternatif haline getirilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı Stratejik Planı, önümüzdeki yıllarda dershanelere arsa tahsisi, vergi indirimi vb. teşvikler verilmesi yoluyla bu kuruluşların özel okullara dönüştürülmesi amaçlanmaktadır.
 
Okullarda şiddetin önüne geçilmesi ve güvenliğin sağlanması iddiasıyla “okul polisliği” uygulaması çerçevesinde her okula bir polis yerleştirilmiştir. Ayrıca emniyetle “iletişimi” sağlamak için muhbir öğretmenlik uygulaması hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu uygulama, okulda şiddeti bir dizi ekonomik ve sosyo-kültürel önlemle üstüne gidilebilecek bir olgu görmekten çok sadece asayiş sorunu ya da adli bir sorun olarak gören çarpık zihniyet sürmektedir.
 
Meslekî ve teknik eğitimin artık içinden çıkılamaz hale gelmiş sorunları çözüm beklemektedir. Milli Eğitim Bakanlığı meslek liselerinin ve bu liselerde okuyan gençlerin sorunları dinleyip çözüm üretmek yerine, endüstri meslek liselerini öğrencileri ve öğretmenleriyle birlikte özel sektöre devretmenin planlarını yapmaktadır.
 
Yükseköğretim alanında yaşanan ticarileştirme süreci bütün hızıyla sürmektedir. YÖK başkanı değişmiş ancak, YÖK’ün paradigması değişmemiştir. AKP baskısını artırarak yeniden yapılandırmaya çalıştığı üniversitelerde; eşit, parasız, bilimsel, demokratik, anadilde eğitim isteyen, üniversitelerin ticarethane haline dönmesine, öğrencilerin müşteri olarak görülmesine karşı duran, özgürlük isteyen öğrencilerin sesini susturmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
 
2002’de 23 olan vakıf üniversitesi sayısı 62’ye, 53 olan kamu üniversitesi sayısı 103’e çıkmış durumdadır. Üniversite sayısını böylesi artırmak AKP açısından oldukça mantıklıdır. Üniversite eğitiminin kitleselleşmesi, öncelikle piyasadaki işgücünün “niteliği”ni yükseltecek ve genel ücret düzeyini düşürecek bir hamledir. İkinci olarak üniversite eğitimi almak toplumsal bir mesele haline geldiği için, daha fazla öğrencinin üniversiteye girme şansına sahip olması, işsizlik rakamlarının düşmesi açısından da bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.
 
652 Sayılı KHK ile Eğitimde Yeniden Yapılandırma Süreci Hızlandı
652 sayılı “Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile Milli Eğitim Bakanlığının teşkilat yapısı tamamen değiştirilmiştir. Buna göre eğitim sistemi yapısal, örgütsel, personel sistemleri açısından köklü bir biçimde dönüştürerek, “küresel rekabete” hazırlayacak bir model oluşturması planlanmaktadır. Kamu hizmetleri içinde belirleyici bir konumda bulunan (Türkiye’de kamu hizmetlerinin yüzde 48’ini eğitim hizmetleri oluşturur) eğitim hizmetlerinin söz konusu “küresel rekabete” uygun olarak yürütülmesi için bakanlığın görev tanımında önemli değişiklikler yapılmıştır.
 
652 sayılı KHK ile yapılan en önemli değişikliklerden birisi, “Okul Öncesi Eğitimi Genel Müdürlüğü” ile “İlköğretim Genel Müdürlüğü”nün birleştirilip, “Temel Eğitim Genel Müdürlüğü” oluşturularak, ilköğretimde zorunlu olan din derslerinin, yeni oluşturulan “temel eğitim” kavramı çerçevesinde okul öncesi eğitimde de zorunlu olarak okutmasının yolunun açılmış olmasıdır. Eğitim-öğretim açısından din öğretimi, matematik, fizik, tarih, fen, sosyal bilimler öğretimiyle benzer bir öğretim alanı iken, diğer alanların öğretimiyle ilgili genel müdürlükler birleştirilirken “Din Öğretimi Genel Müdürlüğü”nün varlığının korunmasını, Kuran kurslarına gidecek öğrencilerde yaş sınırının kaldırılması ve Arapça seçmeli ders çalışmalarını birlikte değerlendirdiğimizde 652 Sayılı KHK’nın ne kadar tehlikeli düzenlemeler içerdiği daha iyi anlaşılmaktadır.
 
652 sayılı KHK ile eğitim yöneticilerinin yetki ve sorumlulukları da yeniden düzenlenmiştir. Buna göre, yöneticiler bundan sonra görevlerini sadece mevzuata, plan, program ve emirlere göre değil, aynı zamanda “performans ölçütlerine” ve “hizmet kalite standartları”na uygun olarak yürütecektir. 652 sayılı KHK ile yapılan bir başka değişiklikle, okul ve kurum müdürleri, yazılı ve/veya sözlü olarak yapılacak okul veya kurum müdürlüğü sınavında başarılı olmak kaydıyla, hizmet süreleri, “performans” ve “yeterlikleri” dikkate alınarak il milli eğitim müdürünün teklifi üzerine “vali tarafından” atanması öngörülmüştür. Bakanlık, kendileri gibi düşünmeyen tek bir kişiyi bile yönetici yapmamak için sözlü sınav sistemini yeniden getirmiştir. Danıştay’ın daha önce yapılan sözlü sınavları objektif bulmayıp iptal etmesine rağmen AKP, Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki siyasal kadrolaşmasını tamamlamak için yeniden sözlü sınav getirmiş ve bir kez daha yüksek yargı kararlarını yok saymıştır. 
 
652 sayılı KHK ile değiştirilen 3797 sayılı MEB eski teşkilat kanununda yönetim görevlerine atanma ve bu görevlerde yükselmede kariyer ve liyakatin esas alınacağı açıkça düzenlenmiştir. Yine Danıştay’ın eğitim yöneticilerinin seçiminde yaşanan siyasal kadrolaşmaları iptal ederken verdiği kararlarının temelini “kariyer” ve “liyakat” (görev için yeterlilik) ilkeleri oluşturmuştur. Hükümetin, 652 sayılı KHK’da kamu yönetimi açısından son derece önemli olan bu iki temel ilkeye yer vermemesi, bakanlığın eğitim yöneticilerini istediği biçimde seçmek istemesinin önünü açmıştır.
 
652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin “İnşaat ve Emlak Grup Başkanlığı” başlığı altında düzenlenen 23. maddesinde yer verilen hükümler ile eğitimde “Kamu Özel Ortaklığı” olarak ifade edilen bir modelin uygulanmak istendiği anlaşılmaktadır. Bu noktada aşağıda yer verilen 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 23. maddesine göz gezdirdiğimizde bugün “eğitim kampusları” ya da “eğitim kentler” olarak ifade edilen projenin alt yapısının bu modelle oluşturulduğu görülmektedir.
MEB, “kiralık okul” projesini kamu-özel ortaklığı çerçevesinde değerlendirmekte ve üzerine okul yapılacak arazi sahiplerine “Proje bizden. Arazine okulu sen yap, bize 49 yıllığına kirala” demeye hazırlanmaktadır.
 
Bu uygulamanın açık anlamı şudur. Devlet eğitim-öğretim hizmetini sunacak personeli, yani öğretmenleri bu okullarda ya da kampuslarda istihdam etmeye devam ederek, hem şirketin kira gelirini hem de eğitim-öğretim hizmetinin buralarda verilmesi nedeniyle öğrenci garantisini, yani şirketin müşteri garantisini devlet güvencesine bağlamaktadır.
 
Millî Eğitim Bakanlığı Eğitim Kampusları Yönergesi’nin 4. maddesinde eğitim kampusu; “Millî Eğitim Bakanlığına bağlı değişik tür ve derecedeki birden fazla okul ve kurumlar ile bunlara bağlı pansiyon, yatakhane, yemekhane, laboratuvar, kütüphane, spor alanları, rehberlik ve sağlık ünitesi, konferans salonu, çok amaçlı salon ve benzeri yerleri içerisinde bulunduran alanı” ifade etmektedir. Dolayısıyla kampus oluşturma fikrinin gerçekleştirilmesinde Kamu Özel Ortaklığı modelinin oynayacağı rolü görebilmek, eğitim hizmetinin geleceği açısından hayati öneme sahiptir.
 
Projedeki temel amaç, göç alan Büyükşehirlerde sınıf mevcutlarının azaltılması olarak ifade edilse de asıl amaç, eğitim hizmeti içerisine büyük şirketleri çıkmamak üzere yerleştirmektir. Eğitim-öğretim hizmeti dışındaki diğer tüm hizmetlerin şirketin ticaret yapacağı alanlar olarak ayrılması, söz konusu şirketin kamu hizmeti alanına köklerini nasıl salacağını da göstermektedir. Kaldı ki sağlık hizmeti alanında görüldüğü üzere şirketle Bakanlığın yapacağı sözleşmenin “ticari sır” gerekçesiyle kamuoyundan saklanması muhtemeldir.
 
Milli Eğitim Bakanlığı, çocuk ve gençlerimizin daha iyi ve sağlıklı koşullarda eğitim almasını istiyorsa, bunu eğitimi ticarileştirerek, eğitim hizmetlerini yerli ve yabancı şirketlere pazarlayarak değil, eğitime yeteli bütçe, okullarımıza ihtiyacı kadar ödenek ayırarak yapabilir.
 
Sonuç
Eğitim, tüm dünya çapında evrensel bir insan hakkı olarak kabul edilmektedir. Bunun altında yatan en önemli etken eğitimin; insan kişiliğinin tüm yönleriyle gelişmesinde çok önemli bir faktör ve insanların kendilerini gerçekleştirmeleri ve özgürleşmeleri ile doğrudan ilişkili bir süreç olmasıdır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde eğitimin; cinsiyet, ırk, etnik yapı ve ulus gibi ayrımlar gözetilmeksizin her bireyin hakkı olduğu açıkça belirtilmiştir. Eğitimin temel bir insan hakkı olması devletin herhangi bir ayrım gözetmeden herkese, eşit ve nitelikli eğitimi parasız olarak sunmasını gerektirmektedir. Her tür ve düzey eğitim; sınıf, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, politik görüş, ulus, etnik köken gibi ayrımlar yapılmadan herkese sağlanmalıdır.
 
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri imzaladığı eğitim hakkıyla ilgili ve eğitimde ayrımcılığın önlenmesine ilişkin uluslararası anlaşmalar, Anayasa ve ilgili yasalardaki hükümler gereği, eğitim hakkının kullanımının önündeki engelleri aşmak üzere etkin çalışmalar yürütmek zorundadır. Eğitime ilişkin çalışmaları gerçekleştirirken, anadilinde eğitim başta olmak üzere eğitim hakkına ilişkin temel ilkeleri göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
 
Her geçen gün içten içe çürüyerek bir enkaz haline getirilmiş eğitim sistemimiz 2011–2012 eğitim öğretim yılının ilk yarısında da eğitim emekçilerinin çabaları ile okullarda yürütülmeye çalışılmıştır. İlköğretimden başlayarak tam anlamıyla bir yarış içine sokulan çocuklarımız ve gençlerimiz arasındaki eğitim rekabeti, dershanelerle daha da artmış, oluşan dershane sistemi okullarda verilen eğitimin niteliğini tamamen yitirmesine, en temel işlevlerini bile yerine getiremez duruma gelmesine neden olmuştur.
 
Yıllardır uygulanan ekonomik politikalar, kamudaki siyasal kadrolaşma, hak gaspları, sağlıkta yaşanan katılım payı ve diğer uygulamalar, paralı eğitim uygulamaları, ataması yapılmayan işsiz öğretmenlerin durumu, ücretli öğretmenliğin yarattığı sorunlar, ekonomik krizin giderek ağırlaşan yansımaları ve diğer hak gaspları, işyerlerini içten içe kaynatan, kamu emekçilerinin önemli bir bölümünü sorunlarını tartışmaya ve sorgulamaya iten sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
 
Eğitimin ve eğitim emekçilerinin yıllardır yaşadığı sorunlara kalıcı çözümler üretilmemiş, sorunlarımızın çözülmesi noktasındaki taleplerimiz görmezden gelinmiştir. Son yıllarda eğitimin bütün kademelerinde yaşanan ticarileştirme uygulamalarının sürmesine, çeşitli adlar altında angarya çalışmanın yaygınlaşmasına, baskılar, sürgünler ve anti demokratik uygulamalara karşı sessiz ve tepkisiz kalmayacağımızı göstermek için 21 Aralık Çarşamba günü gerçekleştirdiğimiz grev AKP hükümetine önemli bir uyarı olmuştur.
 
Eğitim sisteminin yıllar içinde birikerek artan yapısal sorunlarını, geçici, günübirlik politikalarla geçiştirmek ya da çözümsüz bırakmak, çocuk ve gençlerimizin, Türkiye’nin geleceğine vurulmuş en büyük darbe olacaktır. Eğitim sistemimiz; özellikle yoksul, emekçi ailelerin yaşadığı bölge ve yerleşim birimleri açısından daha büyük ihmallerin, derin eşitsizlik ve yoksullukların yaşandığı bir durumdadır.”
Paylaş