havadurum

“Kuzuyu kurda teslim etme kanunu”

Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi, gazeteci, yazar, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurucu üyesi Ahmet İnsel, “Sol ve ekoloji” konulu panel öncesi gazetemiz Çanakkale OLAY’ın sorularını yanıtladı. Merak edilenlere cevap veren İnsel, gündeme dair konulara da ilişkin görüşlerini Çanakkaleliler ile paylaştı.

971
Çanakkale’de yoğun katılımlı bir panele konuşmacı olarak katılan Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi, yazar ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurucu üyesi Ahmet İnsel, OLAY’a yaptığı açıklamalarında çevre sorunlarına, barış sürecine ve kurulumu tamamlanan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ne değindi. İnsel, özellikle yeni Tabiat Kanunu tasarısını “Kurda kuzuyu teslim etmek” olarak değerlendirdi.
 
Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi, yazar, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurucu üyesi Ahmet İnsel’in gündemdeki konulara ilişkin görüşlerini sizlerle paylaşıyoruz.
OLAY: Çanakkale hem altın madeni hem de termik santraller tarafından tehdit altında olan bir il. Bu sorun elbette ki sadece Çanakkale’nin değil. Son dönemde ülke genelinde çevreyi tehdit eden yatırımlar mevcut. Bu sizce de kapitalizmin sonuçlarından biri midir? Bu noktadaki değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Ahmet İnsel: Çanakkale’nin özellikleri dikkate alındığında insanı daha hassas olmaya sevk eden sorunlar. Bu sadece Çanakkale`de değil başka yerde olsa da başka türlü biçimde insanların yaşam alanlarının yaşanabilir halde korunması sorunudur. Burada bir kaç sorun üst üste geliyor. Birincisi sadece kapitalizme özgü bir sorun değil. İnsanların uzun asırlardan beri doğadan, doğrudan var olanı alıp tüketerek yapma alışkanlığı eskilerden beri çevrenin, doğanın büyük ölçüde tahrip edilmesi ile ilişkide olmuş. Bugün Anadolu’da bozkır konumunda olan veya çorak, hiç ağaçsız olan alanlar, sadece ısınma ihtiyacı nedeni ile insanların ormanı tahrip etmeleri sonucu olmuştur. Dolayısıyla bu sadece kapitalizme özgü değil. Evvelden insan toplulukları küçük topluluklar olduğu için bunun doğadaki tahribatı geri dönüşsüz tahribatlar değildi. Şimdi hem kapitalizmle beraber hem de insan nüfusunun çok artması ile birlikte ortaya çıkan tahribatın geri dönüşsüz olma riskini artırıyor. Yeni teknolojik imkanlar, tahribatın çok daha büyük boyutlarda olmasına yol açıyor. Örneğin altın madenine karşı çıkmanın nedeni kömür madenine karşı çıkmanın nedeninden biraz farklı. Kömür madenindeki tahribat daha çok doğanın tahribatı. Altın madenindeki tahribat siyanür kullanılmasıyla telafisi olmayan tahribatlar. Siyanür kullanılıyor, küçük bir siyanür kaçağı olsa, on yıllarca bu topraklar bir çöl olarak kullanılmaz hale gelecek. Yeraltı suları kirlenecek. Benzer bir şekilde termik santraller. Orada karbondioksit emisyonlarının hem lokal olarak yarattığı çevre zararı, insan ve yaşam kalitesine yaptığı zarar, bir de global çevre kirliliği söz konusudur. Bütün bunlara baktığımızda kapitalizmin buradaki ilave ettiği sorun, aynı zamanda kar amaçlı faaliyetler olmasıdır. Kar amacını gütmek başlı başına bir sorun olmayabilir. Ama bu etrafta yaşayan insanların yaşam kalitelerini ve bazen hayatlarını tehdit altına alarak oluşturulan bir kar amacıdır. Yani ilaç üreterek de kar amacı güdebilirsiniz. İnsanları iyi ederek de kar amacı güdebilirsiniz. Burada insanların hayatını tehdit ederek sürdürülen bir kar amacı var.
OLAY: Mevcut enerji yatırımlarını değerlendirdiğimizde ortaya çıkan zararı da göz önüne alırsak, alternatif enerji düşünülebilir mi? Ayrıca bölgeye kurulacak termik santraller noktasında insanlara iş vaadiyle gidiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ahmet İnsel: Burada bir toplumsal ihtiyaç belirlemesi ve sivil düzenleme gerekir. Tabi altın madeni ve bahsettiğimiz termik santraller gündeme geldiğinde, hemen konu edilen karşı argümanlar ise istihdama ve yaratılacak katma değere vurgu yapılır. Tabi ki istihdam önemli, yani biz insanlar işsiz kalsın ama çevresi tertemiz bir yerde işsiz kalsınlar diye mücadele eden insanlar değiliz. Tabi ki istihdama ihtiyacımız var. Fakat bunun yegane yolu insanların sadece karınları doymuş ve yaşanmaz çevrelerde kalmış bir emmebasma tulumba olarak görmek değildir. Bizim savunduğumuz anlayış bugünkü teknoloji, bugünkü üretim kapasiteleri dikkate alındığında bu gereklerin alternatif sağlanma yolları vardır. Termik santraller üzerinden oluşacak istihdam rüzgar enerjisi santralleri imal ederek, bakarak oluşturulabilir. Termik santral üzerinden oluşan istihdam, güneş enerjisi panelleri imal ederek sağlanabilir. Biz elektrik üretilmesin, istihdam yaratılmasın, insanlar aç kalsın demiyoruz. Bunun alternatifleri var. Alternatifleri olmasa, çaresiz olsa, diyeceğiz ki “tamam. Ne yapalım, başımıza gelmiş çekeceğiz.” Ama bugün bütün bu söylediklerimizin alternatifi var. Dolayısıyla alternatifleri de çevreye uyumlu. Alternatiflerin sorunları yok mu? Elbette var. Ama çözüm bulunabilir sorunlar.
OLAY: Çevre sorunlarından bahsettik. Biliyorsunuz Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu var. Kanunun dikkat çeken ifadelerinden biri de ‘Üstün kamu yararı.’ Bu konuyla ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Ahmet İnsel: Bu konu çok ciddi bir konu. Çünkü bu konu kuzuyu kurda emanet etmeye benziyor. Koruma adı altında, aslında koruma kanallarını ve imkanlarını zayıflatmanın kapısını açıyor. Sorun şu, bugün Türkiye’de az veya çok sit alanlarının, milli parkların bir biçimde korunduğunu görüyoruz. Yeterli koruma mı? Değil. Bu korumanın yeterli olmadığı gerekçesi ile “bu korumayı güçlendireceğiz” gerekçesi ile hükümetin getirdiği kanun, aslında bu korumanın delinmesini, örneğin milli parklarda inşaat izninin ticari amaçlı kullanım amaçlı adı altında verilmesini sağlıyor. ‘Üstün kamu yararı’ adı altında aslında o kamu yararından faydalanan somut insanların, Çanakkaleliler`in, İzmirliler`in, Ünyeliler`in, Sinoplular`ın fikirlerini almadan, kimin kamu yararı olduğunu bilemediğimiz, ama yönetenlerin kendi kafalarında tasarladıkları ve herkes için “bu yararlıdır” diye empoze ettikleri otoriter bir kamu yararı anlayışı var. Biz kamu yararına tabi ki karşı değiliz. Ama o kamu yararı, kamu denen kişilerin yararı olduğuna göre onların fikirlerinin, onların görüşlerinin ve istemlerinin dikkate alınması gerekiyor. Bu tamamen ‘üstün’ adı altında devletin kamu yararıdır. Devletin tespit ettiği özel sektöre destek olarak kullanılabilecek kamu yararıdır. ‘Üstün kamu yararı’ dediğimiz şey de ‘üstünün’ hikmeti nerede? Adi kamu yararından ne farkı var? Bundan önceki adi miydi?
OLAY: Bildiğiniz gibi bir süredir TBMM organize edilen, sivil toplum kuruluşlarının da desteğini alan ve son olarak 21 Mart’taki Nevruz etkinliklerinde güçlenen bir barış süreci var. Kürt sorunundaki demokratik çözüm noktasında adımlar atılmaya çalışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Samimi biliyor musunuz?
Ahmet İnsel: Atılan adımları son derece önemli buluyorum. Samimi bulup bulmamak siyasetin sorusu değildir. Samimi olmaz kendisine rağmen istemediği bir süre girer, samimi olmamasına rağmen devam eder. Bu siyasetin oyunudur. Ben samimi olup olmadığına değil, buradan ne çıkacağına, atılan adımlardan geriye dönülüp dönülemeyeceğine bakarım. Bence en önemlisi de bu. Şu yaşadığımız son üç aydaki adımlar, bundan sonra, hükümet, PKK, Abdullah Öcalan ve başkaları bu sürece, bu yola devam etmeme kararı alsalar bile geri dönüşü olmayan iz bırakacak bir iştir. Öcalan’a “terörist başı” demeyen, “bebek katili” demeyen, idamının vacip olduğunu söylemeyen hükümet, basın çevresi üç ay sonra geri dönüp, artık bunları iddia edemez. Çünkü Türkiye’de bir tabuyu kırdılar. Bir tabu kırıldı. Algı değişti, toplumun algısı değişti. Biz altı ay önce Şehit Aileleri Derneği’nin Abdullah Öcalan’ın mektubunu alkışlayacağını ve MHP’nin Bursa mitingini eleştireceğini hayal edemezdik. Şimdi öyle şeyler oluyor. Toplumsal algı dediğimiz bir tabunun kırılması, karşı tarafın artık başı ezilecek düşman değil, müzakere edilip bir çözüm bulunacak taraf konumuna geçmesi Türk siyasal hareketinin hepsinin suçlu insanlar olarak değil, Türkiye’de devlet politikalarının mağdurları olarak algılanmaları, PKK’nın ölmüş militanları ile askerlik hizmeti sırasında ölmüş askerlerin birlikte anılır hale gelmesi. Bütün bunlar bir toplumsal algı zihniyetidir. Türkiye’de toplumsal algıda çok büyük değişim var. Bu değişimin geriye dönmesi çok kolay değil artık. Bence en büyük kazanımımız bu, o tabuların yıkılması. Bundan sonrası hem CHP’nin hem BDP’nin hem solun hem AKP’nin sorumluluğudur. Böylesi bir toplumsal algı değişikliği ortaya çıktıktan sonra sorunu çözemiyorlarsa Türkiye’de sorunun çözülmesini kimse istemiyor anlamına gelecektir.
OLAY: Dünyada başka bir ülke var mıdır, solun bu kadar bölündüğü? Bilmiyoruz. Şimdi bir yenisi daha kuruldu. Sizin de kurucu üyelerinden olduğunuz Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi. Biraz da bu oluşumdan bahseder misiniz?
Ahmet İnsel: Bölünme dediğimiz şey doğru. Türkiye’de çok parti var. Küçük sol partiler var. Topladığımız zaman hepsini, çok ciddi bir toplam da çıkmıyor ortaya. Fakat, yeni bölünmeden ziyade bu kez bir birleşme oldu. Var olan iki parti birleşti. Yeşiller diye bir parti vardı, bir de Eşitlik ve Demokrasi Partisi vardı. Eşitlik ve Demokrasi Partisi ile Yeşiller Partisi birleşti. Yani dolayısıyla bölünmeden ziyade bu kez bir birleşme adımı bu. Yeşiller, Türkiye’de çevre sorunlarını siyasal alana yıllardan beri ısrarla getirmeye çalışan bir siyasal hareket. Eşitlik ve Demokrasi Partisi de kurulduğundan beri esas amacı tam da Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler, bütün bunların arasındaki ilişkilerin yeni Türkiye toplumunun hem eşitlikçi ,eşitlik kavramı etrafında sorunlarını çözmeye çalışan, demokrasinin derinleşmesini, yaygınlaşmasını amaçlayan, özgürlükçü bir solu Türkiye’de oluşturma amacındaydı. Ben Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin iki üç tane sloganı varsa birisi, “sorunlarımızın çözüm anahtarı eşitliktir” idi. Kadınlar ve erkekler arasındaki eşitlik, sosyal haklar açısından eşitlik, Türkler ile Kürtler arasında eşitlik, Alevilerle Sünniler arasında eşitlik. Bu bizim Türkiye’deki asli sorunlarımızın hepsine verebileceğimiz, ortak çözüm anahtarıydı ve özgürlüktür. Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin en büyük amacı da eşitlik için özgürlüğü feda etmemek, özgürlük için de eşitliği feda etmemek, ikisini birden oluşturabilmek amacındaydı. Fakat Türkiye sol geleneğinde çevre sorunları hep “iktidara geldiğimizde çözeriz” dediğimiz hatta bazıları açısından da kalkınmacı sosyalist hareketler açısından da biraz lüks, “bu toplum için lüks. İlerde zengin olduğumuzda çözeriz, zengin sorunu” diye tanımlanan sorundu. İş, aş ve ekmek dediğimiz zaman, iş, aş ve ekmeğin yanına çevrenin korunması, insanların iyi bir çevrede doğup, uyum içinde yaşamaları gereği pek uymuyordu. Bunu yıkmak için solun bu kalkınmacı, istihdamı sadece sanayide gören, istihdamın çevre etkisini çok dikkate almayan, yaklaşımını kırmak için, solu yeni bir toplumsal sorun ve mücadele alanı ile bütünleştirmek için ve diğer taraftan Yeşillerin de siyasete çevre sorunları merkezli bakmalarını siyasallaştırmak için siyasal bir yeşil hareket oluşturmak için bu iki partinin birleşmesinin uygun olduğunu düşündük. İyi bir şey oldu. Bence önümüzdeki dönemde aynı batı da olduğu gibi, zannediyorum Çin’de de ilerde olacağı gibi insanların, özgürlüğü, eşitliği, hak mücadelesini taşıyan hareketlerin önemli mücadele boyutları çevre hareketleri, çevre sorunları, insanların çevreyle olan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi boyutunda olacaktır. Solun mücadele alanının zenginleşmesi, yeşillerin mücadele alanının genişlemesi, açısından bu birliktelik bana çok önemli geliyor. Çünkü yeşil hareket esas itibariyle bir demokrasi hareketidir aynı zamanda.
OLAY: Çevre sorunları, Kürt sorunu, AKP, gibi kavramları göz önüne alırsak, mücadele sürecinin en önemli sorunları neler? Yani demokratikleşme noktasında sol mücadelenin içinde bulunduğu sorunlar sizce neler?
Ahmet İnsel: Biz Türkiye toplumu olarak sol da dahil olmak üzere eğitim yapısı itibariyle, aile yapısı itibariyle otoriter refleks ve geleneklerin güçlü olduğu bir toplumuz. Sol da buna dahil. Halbuki bütün bu mücadelelerde solun amacı sadece mücadeleyi kazanmak değil, mücadeleyi bir biçimde kazanmaktır. Yani demokrasi mücadelesi sadece amaç değil o amaca gidilen yolun da demokrat olmasını getirir. Darbe yapıp demokrasi bahşetmek değildir demokrasi mücadelesi. Dolayısıyla sol da olsa hatta çevre hareketlerinden de geliyor olsa Türkiye toplumunun kültürel dönüşümünde elimizde toplumsal davranış itibariyle büyük ölçüde otoriter davranışları salgılamamız. Bu da solun özgürlükçü yapısını büyük ölçüde kırıyor. Zaaf noktamız bu, güçlü olamamamızın nedeni bu. İkincisi Kemalizm’den kalan kamburumuz halen var. Kemalizm’le olan ilişkilerimizi zaman için temizlememize rağmen hala siyaseti toplumsal sınıflaşmayı, toplumda dost ve rakip ilişkisini hala Kemalizm’in çizdiği, kafamıza zerk ettiği kalıplar üzerinden yapıyoruz. Hala örneğin Kürt sorunu ile ilgili demokratik barış yönünde adımlar atıldığında bu adımların içeriğine bakmaktan ziyade adımların kimin tarafından atıldığına bakarak değerlendiriyoruz. Şu çok üzücü bir şey, solun hepsi değil, büyük bölümü en azından yöneticileri noktasında Kürt sorununda atılan adımları desteklediklerini söyleseler de biliyoruz ki solun içinde bir kesim sadece bu iş AKP’ye yarayacak diye atılan adımları desteklemiyor. AKP’ye yarayacak diye sürekli bir mızıldanma halinde. Halbuki solun bu AKP kompleksinden kendini kurtarması lazım.
Paylaş