Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Sözünüz değerinizdir...

Bir soruyla başlayalım; Benim haberim yok, sizin var mı bilmiyorum; Mesela, dünyanın herhangi bir yerinde, küfürbaz birisinin, daha doğrusu cinsiyetçi bir küfürbazın heykelinin dikildiğini duydunuz mu, gördünüz mü!?

6128

 

 

 

Bir soru daha; Hani levhalar olur ya, iyi sözlerin yazıldığı, hiçbir küfür levhası, altındaki küfür sahibinin adının, soyadının yazıldığı bir küfür levhası gördünüz mü, böyle bir şeyi duydunuz mu!?

 

Hadi küfürden çıkalım, ya da çıkmadan önce şöyle bir soru daha soralım; çoluk çocuğu, eşi, kardeşi olan bir cinsiyetçi küfürbaz, kendi ettiği küfrü, bir tabelacıya yazdırıp, sonra da o levhayı evinin duvarına, salonunun en görünen yerine asabilir mi, sizler böyle bir şeye tanıklık ettiniz mi!?

 

Şimdi başka bir örnek; dün, öbür mahalleye, hadi küfür demeyelim ama, ondan da beter hakaretler savuran kimi şahsiyetlerin, (hani şahsiyet demek ne kadar doğru bilemiyorum ama, olabildiğince saygılı bir dil kullanmak istiyorum, kusura bakmayın), daha sonra şu veya bu gerekçelendirmelerle üst perdeden “sövüp saydığı” mahalleye iltica etmesiyle, bu kez iltica ettiği mahalleden cümle aleme, yeni mahallesi adına salvolara başladığına tanıklık edilebiliyor!...

 

Böylesi vaziyete düşenlere, eski günlerdeki “marifetlerini”, sözlerini anımsatsak; “O sözler, siyaseten söylenmiş sözlerdir” diye cevap verir muhtemelen… Bu ne demektir? Yani sözün özü; “ben o eski günlerdeki sözleri, sizleri aldatmak için söyledim, yoksa öyle bir söz söyler miydim hiç?” Ne güzel, ne güzel… Yani gerisini bizler anlayalım!... Şimdi söz üzerine fazla söze gerek yok…

 

Ama bir cinsiyetçi küfürbazın değeri ne kadardır dersiniz!? Bence küfrü kadardır, yani bir küfür değerindedir… Küfrü neyse, kendisi de o dur!... Sözü kadardır… Eğer ağzından çıkan küfre söz denirse!...

 

Peki öteki örnek için ne diyelim!?

 

Bugün söylediğinin değeri, dün söylediği kadardır… Dün karşı mahalleye “gönderisinin” değeri ne kadar idiyse, bugün söylediğinin, tuttuğu vaziyetin değeri de o kadardır… Ancak, bugünkü vaziyetin değeri, yarın daha iyi anlaşılır olacak…

 

Sözlerimizle tuttuğumuz pozisyon arasında bir ilişkilendirme yapılabilir. Eğer vaziyetimiz, tuttuğumuz pozisyon, yöneten-yönetilen ilişkilerinin doğrudan etkileneni/belirleyeni özelliklerine sahipse, bütün karşı mahalleleri bölmeye, oraların bölünmesine ve bölünmenin kolaylaştırıcılığında yönetilmesine dair tutumlar olur/olagelir…

 

Böleriz, bölünmesini bekleriz, kim var kim yoksa… İşçileri böleriz, sendikaları böleriz, üreticileri böleriz… Kendi içinde elbette… Odaları böleriz, meslek odalarını yani… Bölünmelerini temenni ederiz… Hukuku da böleriz, böle böle tanınmaz hale getiririz… Temenniler eşliğinde, dualar eşliğinde, hatta yöneticileri eşliğinde böleriz… Israr ederiz, “bölünsün” deriz, ama öyle kabaca “bölünsün/bölünün” de demeyiz… Hani eski bir devletlunun dediği gibi; “Gözlerime bakın, ne dediğimiz anlarsınız” misali yaparız bu işleri… Anlayan anlar zaten…

Ve giderek bir kültüre dönüşür, bir bölünme kültürüne…

 

Aşağılarda, günlük ilişkilerde, hani sanki kendiliğinden ve doğalmışçasına… Eh bir kültüre dönüşmüş olması da zaten böyle bir şeydir ve böyle sonuçlar üretir…

 

Şimdi aslında, birbirinden ilintisiz ve bağımsızmış gibi görünen, ama arka plan ilişkilerine dikkatli bir gözle baktığımızda/bakıldığında, bütün olup bitenlerin, dahası, olanların ve olası olanların, bir bağla, aynı iklimin, aynı zeminin üzerinde, politize ederek söylersek, yöneten-yönetilen ilişkileri içerisinde, birbirleri ile ilintili oldukları, bağlantılı oldukları görülebilir…

 

Örnekleyelim; Kıdem tazminatı meselesinin, uzun zamanlar öncesinden iştahları kabarttığını, kıdem tazminatından yararlananların en zayıf oldukları, ya da toplumsal-siyasal durumun yönetenler için, hadi “sermaye ve onun hükümetleri için” diyelim, en elverişli koşullarda ve en elverişli şekillerle ele geçirilmesi hamleleri yapılmakta, yapılabilmektedir… Dahası, sendikaların bir bölümünü saflara, bir bölümünü dışarıya bırakarak, bir bölünme içerisinde, işin kotarılabileceği elbette hesap dışı tutulmamıştır ve tutulmaz…

 

Kıdem tazminatı olayı ile barolar üzerine yapılmak istenenler arasında şeklen bir ilişki yokmuş gibi görülebilir. Ama öyle değil… Hatta HDP’nin Edirne’den ve Hakkari’den başlattığı yürüyüş, bunlardan bağımsız diye düşünülebilir, öyle istenebilir; bağımsız düşünülsün diye…

 

Ya da Selahattin Demirtaş ve Eren Erdem’in, “hak ihlaline uğradıkları” nedeni ile Anayasa Mahkemesi tarafından, tazminatların verilmesi kararı, bağımsız bir olaymış gibi, dahası, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarından bağımsızmış gibi, hatta sıraladığımız olaylarla aynı zamanda, bu kararın verilmiş olması, bir rastlantıymış gibi düşünülebilir, düşünülsün istenebilir…

 

Hayır, hayır… Komplocuk yapmıyoruz… Demek istediğimiz; Bütün bunlar, Anadolu coğrafyasının tanımlamaya çalıştığımız ikliminin üzerinde gerçekleşen ve arka planda birbirine bağlanmış olgularıdır… Ve yönetme politikalarının, yönetilenleri ve yönetilenlere tekabül eden bütün güçleri, katmanları ve hatta orada şekillenen olgu ve olayları, yaratılan bir böl-yönet kültürü ve gerçekleşmesi içerisinde değerlendirdiği durumlardır…

 

Ve bu ilintisiz ve birbirinden bağımsız gibi görünen, tüm yaşanan olaylar ve olgular, sıralamaya çalıştığımız bağlamda, bağıntılı ve ilintilidirler…

 

Ve söz, bu anlamda, bu ilişkiler içerisinde bir anlam taşır… Ve yine bölmek ve yönetmek, her zaman ve her koşulda, bölmek ve yönetmek isteyenlerin istedikleri gibi sonuçlanmaz, gerçekleşmez… Gerçekleşme, yani bölünme ve yönetilmeye en elverişli koşullara gelme, her zaman olanaklı değildir… Ve bazen, ve günü geldiğinde, böl-yönet, an geldiğinde koşullar, kendi iç dinamiklerini yaratıp birleştirdiğinde; Bölerek yönetmek isteyenler, önce kendi mahallelerini, sonra kendi güçlerini ve sonra “kendilerini” bölmeye başlar ve bölerler…

 

Biraz başımızı kaldırıp baktığımızda, gördüğümüz şeyleri, ortaya çıkan “yeni güçleri” tanımladığımızda, söylemek istediklerimiz örneklerini işaretlemiş, örnekleri ile bütünleşmiş olur…