Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Pir Sultan Abdal’dan Madımak’a!

2167
Sivas Davası’nın bugün ortaya çıkan sonuçları üzerinden ya da yalnızca sonuçları üzerinden değil ve yine yalnızca süreçleri açısından da ele almak, değerlendirmek kayda değer olabilir.
 
Belki pratik açıdan konuya; ‘öldürmek’ ile ‘yok etmek’ arasındaki ilişki, benzerlik ve farklılıklar ekseninde yaklaşmak daha anlaşılır olabilir.
 
Ve yine ve belki katil ile cellât arasındaki fark ve benzerlik; katilin cellâtlaştırılması, cellâtların katilleştirilmesi arasındaki ilişki, Sivas Davası’nı bağlantılarından koparmadan anlamamıza katkı sunabilir.
 
Önce ve tek cümle ile 93 Temmuz’un da Sivas’ta Madımak Oteli’nde olanları söylersek, yukarıdaki genellemeler daha anlaşılır olabilir.
 
O gün; 33 aydın, yazar, ozan, şair yakılarak öldürüldü. Ama asıl yapılmak istenen “öldürmek” değil(!), “yok etmekti.”
 
Bir insanı veya insanları yalnızca öldürmek, onun veya onların biyolojik varlığına son vermektir. Yok etmek veya yok etme isteği ise ondan veya onlardan(öldürülenlerden) kalan, kalacağı düşünülen bütün izleri, birikimleri, ürünleri tarihten silme, belleklerden uzaklaştırma, gelecekten koparma duygusuna, öfkesine, kıyıcılığına işaret etmektedir.
 
Madımak’ta yakılan, yok edilmek istenen yalnızca insanlar değildi. Sazlar, sözler, türküler, şiirler, semahlar da yok edilmek isteniyordu. Tam da bu “öldürmek” ile “yok etmek” fiilleri arasındaki fark ve ilişkiyi tanımlamaktadır.
 
Yalnızca bu da değil, bir tarih yok edilmek isteniyordu. Yoksa Pir Sultan Abdal’ın, Âşık Veysel’in heykelleri saldırıya uğrar mıydı?
 
Çünkü Pir Sultan yalnızca Alevilerin değil, bütün mazlum ve mağdurların ozanı, ışık tutucusu, direnme ve haksızlığa başkaldırma sembolüdür.
 
Ve yine bu nedenledir ki; Pir Sultan’ın heykeli bir sembol olarak, bir anıt olarak saldırganlar için tehlikeli bir olgudur.
 
Buradan; ateşi tutuşturanlarla; Madımak’ı yakanlar, Pir Sultan’ın heykeline saldıranlar arasında; güncel ile tarih arasında; tarihsel olanla gelecek arasında var olan bütün bağları koparmak ve tümünü yok etmek duygusunun, bilinçaltının işlediğini söylemek abartı sayılmaz sanırım.
İşte, “öldürmek” ile “yok etmek” isteği ve eylemi arasındaki ince çizgidir bu!
 
Buradan, katil ile cellât arasındaki ilişkiye geçebiliriz. Katil; “kendi eyleminin” , işlediği cinayetin karar vericisi ve belirleyicisidir. Kendi eyleminden, suçundan, işlediği cinayetten doğrudan sorumludur. Cellât ise; görevlidir, görevlendirilmiştir. Yaptığı işin vicdani, ahlaki ve hukuksal sorumluluğunu taşımaz, hissetmez. Bu nedenledir ki; onu görevlendirenler, cellâtların kimliğini ve eşkâlini gizli tutar, perdelerin arkasına gizlerler. Cellâtların yüzü örtülüdür, isimleri hiç bilinmez ve özenle saklanır.
İnsanlık tarihi göstermiştir ki; katilleri, cellât gibi kullananlar; katilleri cellâtlaştıranlar, önce katillerin kimliğini gizleme gereği duyarlar. Eğer öldürmek eylemi bir hukuka, yasaya dayanmıyorsa, katil bir cellât gibi görev vericileri tarafından titizlikle gizlenir. Varlığı, işlediği cinayetleri, suçları unutturmak istenir.
 
Ülkemizde yaşanan faili meçhul bütün cinayetlerin, katliamların katillerinin kimlikleri, bir cellâdın kimliği korunurcasına, özenle korunmaya ve gizlenmeye çalışılmıştır.
 
Madımak’ın birçok katili ise “zaman aşımı” denen, aslında en doğrusu “zaman örtüsü” ile perdelenmek, gizlenmek, unutturulmak istenmiştir. Zaman perdesini kullanan yalnızca  yargı değildir; yargılamanın kurallarını koyanlar, usullerini belirleyenler, işleyiş mekanizmalarını düzenleyenler, delilleri toplayanlar; “zaman aşımı” örtüsünün dokuma tezgâhlarında rol alanların cümlesidir.
 
Şimdi ülkeyi yönetenler, Madımak zanlısı olarak tutuklanıp, hüküm giyenlerin çocuklarının gözyaşlarından söz ediyorlar. Elbette Sivas’ta yanan gencecik kızların, çocukların olduğuna değinmeden... Ve yine Ankara’da Adliye önünde Sivas Davası’nın sonucunu bekleyen insanların tutumunu ideolojik olarak belirleyenler; ve yine elbette Madımak Oteli’ni cayır cayır yakanların ideolojilerinden söz etmeden!...
 
Anlıyoruz; her durumdan ve her olaydan; “ne kazanırım” diye düşünen siyasi pragmatizm, buradan da hanesine “ ne yazdıracağım” refleksini göstermiştir!...
 
Ve yine biliyoruz ki;”öfke de bir hitabet sanatıdır” diyenlerin; öfkeyi kabul eden, öfkeden ve şiddetten beslenen bir alıcı kitlesine, bir ‘piyasa’ ya ihtiyaçları vardır
 
Ancak; ne yapılırsa yapılsın, kaç yangın çıkarılırsa çıkarılsın, Pir Sultan’ın heykeli kaç kez parçalanırsa parçalansın, Madımak’ta yananlar ve Pir Sultan Abdal unutulmayacak, bütün mazlumları, zulme isyan edenleri, zorbalığa başkaldıranları birleştirmeye, “zamanları” aydınlatmaya devam edecek. Sazlar çalacak, türküler söylenecek, şiirler okunacak, semahlar dönülecek, mazlumlar kendi tarihsel eylemlerini, dostlarını ve düşmanlarını öğrenerek gerçekleştirme yolunda yürümeye devam edeceklerdir!...