2012 yılının Şubat ayı bu şehre ölümle birlikte geldi. Bu şehrin en has çocuklarından birini, Ahmet Fenercigil’i bizlerden kopardı, alıp götürdü. Çaresiz kaldık. Arkadaşımızı, kardeşimizi sessizce uğurlamaktan başka bir şey gelmedi elimizden. Gün be gün eksiliyoruz. Şöyle doya doya kucaklaşmaya, vedalaşmaya zaman bile bulamıyoruz. Her şey aniden olup bitiyor. Sonra bir cami avlusunda biraraya geliyoruz. Çevremin ıssızlaştığını, şehrin üzerine kasvet çöktüğünü, sokakların çok tenhalaştığını hissediyorum. Araya uzaklıklar giriyor. Geriye anılar kalıyor. Anılar da olmasa hayat geride kalanlar için kesinlikle katlanılmaz olacak.
Wim Wenders’in erken dönem filmlerinden birinde çok çarpıcı ve bir o kadar da dokunaklı bir açılış sahnesi vardır. Seyirci filmin hemen başında karlarla kaplı kır yolunda yürüyen bir erkeğin adımlarını görür. Erkeğin yüzü görünmez, görünen sadece adımları ve karda bıraktığı izlerdir. Dipte (fonda ) yavaş yavaş bir müzik yükselir . Lovin’ Spoonful topluluğun “Şehirde Yaz” (Summer in the City ) adlı parçası. (Çocukluğumuzun güzel şarkılarından biri. Engin Arman bir kez daha çalsın diye radyo başında beklerdik) Görüntü ile müziğin sözleri arasında tam bir karşıtlık vardır. Karlarla kaplı kır yolu ve şehre yazın gelişini neşeyle karşılayan insanlar.
Geçtiğimiz cuma günü kordon boyu sonundaki Necip Paşa Camii’nin avlusunda benzer bir karşıtlığı, Wenders’in filminin uyandırdığına çok yakın bir etkiyi yaşadım. Yer yer, bir gün önce yağan ve henüz tam olarak erimeyen karlarla kaplı cami avlusundan gözlerim az ileride denizin kıyısındaki Lodos gazinosuna uzandı. (Şimdilerde adı değişmiş olabilir. Öyle olsa da, ben yeni adını öğrenmemekte ısrar edeceğim. Benim için orası hala Lodos). Gençliğimizin yaz gecelerini hatırladım. Lodos’da bir masanın başında geç vakitlere kadar sohbet ettiğimiz geceler. Ahmet masanın değişmezlerinden, müdavimlerindendi. (Geç saatlerin denizinden dalgın bir cambazın çıkıp gelmesini mi bekliyorduk yoksa? Bu soru da Ece Ayhan’ı anmanın, anısına bir selam göndermenin vesilesi olsun.)
Daha başka anılar da canlandı belleğimde. 1982 Dünya Kupası finalini hep birlikte izleyişimiz. Gök mavililere olan ortak sempatimiz. Tardelli’nin attığı ikinci golden sonra hep birlikte ayağa kalkışımız. Ahmet’in her sene bahçeden bir kasa şeftaliyi bizim eve bırakışı. (Rahmetli babamın çok yakın arkadaşı olan rahmetli Sadi bey amcanın dostlarına geleneksel haline getirdiği ikramıydı bu). Selim Önen’in Çanakkale ziyaretlerinde birlikte yemek yediğimiz geceler… Ölüm, hastalık, bunların hiç birinin aklımızın ucundan dahi geçmediği yıllar .Hayat sanki önümüzde sonsuzca uzanıyormuş ve sunacağı sayısızca armağan varmış gibi gelirdi bizlere.
Daha uzak bir geçmişe de uzandım. Lodos’dan öteye geçtim . Ahmet’in askeri plajda kayalıkların üzerinden denize atlayışını hatırladım. (Buna cesaret edebilen çok az sayıdaki kişiden biriydi o). Yazlık sinemalarda film izlemelerimiz geldi aklıma.
Çanakkale dışındaki anıları da hatırladım. Ahmet’in (Teşvikiye) Topağacı’ndaki öğrenci evine Selim Önen’le yaptığımız ziyaretler, Şişli’de Kent Pasajı önünde rastlaşmalarımız, bir gün Elmadağ’dan hızla Taksim’e inen bir motosikletin arkasına başında kask olmadan binmiş, yolun kenarında beni görünce el sallayışı …
En çok futboldan konuşuyorduk galiba. Bazen ne güzel özetlerdi konuyu mizah yapmayı, ironik olmayı da elden bırakmadan Bir defasında milli takımın aldığı tarihi hezimetlerden söz ederken söz 0-8’lik Polonya yenilgisine gelmişti . Ahmet, Polonyalı efsane Lubanski için, “Lubanski bizim milli takımın baş belasıdır. Onun kadar çok filelerimizi havalandıran bir başkası yoktur herhalde” sözüyle durumu özetleyivermişti.
Futbolu adeta güzel sanatların bir dalı haline getiren, futbola bir estetik kazandıran bütün futbolcuları, bütün golcüleri takdir ederdi. Elbette, böyle bir gölcü olmasından dolayı Lubanski’yi de, ama en güzel gollerini bize sakladığı için de sitem ederdi ona.
Eski Çanakkale’yi özler ve sık sık anardı. Hani şu İnönöz otobüslerinin şehirlerarası yolcu taşıdığı, Yılmaz otobüsleriyle İstanbul yolculukları yaptığımız, eski postahanenin orada futbol oynadığımız günleri. O ucube Truva atının , o kitsch nesnenin kordona, militarizmin simgesi olan topların da Cumhuriyet Alanı’na yerleştirilmesinden çok uzun zaman önceki günlerden söz ediyorum. (Gemiden inip şehre adım atan ziyaretçileri üzerlerine doğrulmuş top namlularıyla karşılayan şehrin bir adı da, ‘barış kenti’. ‘Barış kültürümüz olsun’ sözü ne kadar temelsiz , ne kadar gülünç oluyor bu durumda. Şunu da sorayım : Bir film maketinin tarihsel bir eser ya da estetik bir obje niyetine kamusal alana yerleştirildiği kaç şehir vardır yeryüzünde acaba?)
Yukarıda söyledim, anılar acıyı biraz olsun hafifletiyor , katlanılır hale getiriyor. Ahmet’i tanımış olan herkesin onunla ilgili pek çok güzel anısı olduğundan eminim. Ben ancak, giderek zayıflayan belleğimin izin verdiği ölçüde hatırlayabildiğim anılarımdan birkaçını yazabildim.
Biz dostları neden çok severdik Ahmet’i? Benim yalın bir cevabım var bu soruya : İlişkilerinde, arkadaşlıklarında çıkarsız olduğu için . Arkadaşlık söz konusu olduğunda orada hesap yapmazdı , matematiği unuturdu Ahmet. Çıkarma, toplama, çarpma işlemlerinin hepsini bir köşeye atıverirdi. En çok bu nedenle, dostlukların söz konusu olduğu yerdeki matematiğe karşı bu bilinçli unutkanlığından, kayıtsızlığından, bu hesaba aldırmazlığından dolayı sevilirdi.
Derrida’nın bir sözünü biraz değiştirerek söyleyeceğim, hepimiz hayata bir ölüm borçluyuz. Ölüm yaşadığımız hayatın bir karşılığı. Hayat bize sundukları karşısında bir hesap çıkarıyor . Hayatı yaşarken bir gün önümüze bu hesabın konulacağını biliyoruz. Biliyor, ama kabullenmekte zorlanıyoruz. Her iki taraf da kendince haklı. Hayat da haklı, bizler de haklıyız. Diyeceğim şu, hayat Ahmet’e onun dostlarına davrandığı gibi davranmadı. Hayat herkese yaptığı gibi Ahmet ile olan ilişkisinde de hesap tuttu. Sunduklarının karşılığını istedi, ama çok erken istedi.
Geçen cuma öğleden sonra Ahmet’i annesinin yanına bıraktık. Anne ve oğlunun ayrılıkları sadece elli gün sürdü, iki ay bile değil. Karlı topraklar kürek kürek atılırken benim de ruhuma bir ağırlık çöktü. Ne yapsam, ne etsem kolay kolay kaldıramayacağım bir ağırlık . Hoşça kal iyi insan, hoşça kal değerli dost. Bizlere bıraktığın, hayata tutunmamıza yardım edecek , acımızı katlanılır kılacak bütün o güzel anılar için çok çok teşekkürler.
T.S. Eliot’ın bir dizesiyle başlamıştım. Bir başka şairin, Galler’in kasvetli madenci kasabalarında uzun kış gecelerinde çok içki içmiş, içtikçe de güzel şiirler, güzel oyunlar yazmış olan Dylan Thomas’ın bir dizesiyle bitireceğim. Ölüme, hayatın noktalanışına dair yazılmış o güçlü, meydan okuyucu şiirinde, “Sönmekte olan ışığa karşı öfke, öfke” der Dylan Thomas. Geçen Cuma günü ben de öfkelendim. Ölümün bu şehre pek vakitsiz ve hiç davetsiz uğramış olmasına, bu şehrin en has çocuklarından birini aramızdan almasına öfke, öfke…