havadurum

“Basın özgürlüğü halkın özgürlüğüdür”

Festival etkinlikleri kapsamında “Basın özgürlüğü olmadan milli irade gerçekleşir mi?” konulu söyleşi vatandaşlardan büyük ilgi gördü. Gazeteci Celal Başlangıç`ın moderatörü olduğu söyleşide Basın Enstitüsü Derneği (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkanı Gazeteci-Yazar Kadri Gürsel ve Gazeteci-Yazar İsmail Saymaz katıldı. Türkiye`de basının özgür olmadığını ifade eden Kadri Gürsel, “Basın özgürlüğü gazetecilerin zırvalama, saçmalama özgürlüğü değildir, tam tersine basın özgürlüğü su ve ekmek gibi halkın özgürlüğüdür” dedi.

1142

Belediye Başkanı Ülgür Gökhan ve eşi Hale Gökhan, Gazeteci Ragıp Duran ve çok sayıda vatandaşın katıldığı söyleşiye konuşmacı olarak Basın Enstitüsü Derneği (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkanı Gazeteci-yazar Kadri Gürsel ve Radikal Gazetesi Muhabiri-Gazeteci İsmail Saymaz ve moderatör olarak Gazeteci Celal Başlangıç katıldı. Celal Başlangıç, açılış konuşmasında Türkiye`deki medya ve basın özgürlüğü ile AKP dönemindeki `yeni` medya anlayışına vurgu yaptı.

 
 
“Türkiye`ye biraz dünyadan bakalım. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı uzun bir süre, iktidara geldiği 2002`den itibaren oluşturmuş olduğu dünyadaki olumlu imajın ekmeğini yedi” diyen Basın Enstitüsü Derneği (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkanı Gazeteci-yazar Kadri Gürsel, konuşmasında; “Biz basın özgürlüğü aktivistleri olarak medyanın giderek artan şiddette bir baskı altına girdiğini anlatmakta zorlandık. Bu birkaç yıl sürdü. En ağır şiddetteki baskı ise 2008`de başladı” dedi.
Gazeteci İsmail Saymaz, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki dönemlere ve bu dönemlere ilişkin gazeteci profillerinden örnekler vererek, iktidarların hangi ölçüde ve nasıl bir gazetecilik istedikleri ve bunu nasıl yarattıkları noktasında anektodlar anlattı. Akıcı anlatımı ve satır arası mesajları ile dinleyicilerin ilgisini gören Saymaz, “AKP ve Gülen Cemaati arasında bir tür muhafazakar oligarşi kuruldu. Ve onların `askeri vesayet` dediği, onların `darbe dönemi` dediği, kendisinden önceki döneme ait evreye `eski Türkiye` dediği, bu dönemle hesaplaşmak adına polis merkezleri ve adliyeler dönüş-türülerek devletten topluma doğru bir terör yaratıldı. Öyle bir terör yanılsaması yaratıldı ki, AKP iktidarının otoritesine, Gülen Cemaatinin otoritesine karşı her eylem, davranış ve düşünüş biçiminin bir terör suçu olduğu adeta ilan edildi” dedi.

Çanakkale Belediyesi tarafından organize edilen 51`inci Troia Festivali etkinlikleri kapsamında “Basın özgürlüğü olmadan milli irade gerçekleşir mi?”konulu söyleşi Halk Bahçesi`nde gerçekleşti. Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan ve eşi Hale Gökhan, Gazeteci-Yazar Ragıp Duran, gazetemiz sahibi Aynur Ganiler, gazetemiz yazarı Sermet Atadinç ve çok sayıda vatandaşın katıldığı söyleşiye konuşmacı olarak  Uluslararası Basın Özgürlüğü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkanı Gazeteci-yazar Kadri Gürsel ve Radikal Gazetesi Muhabiri-Gazeteci İsmail Saymaz ve moderatör olarak Gazeteci Celal Başlangıç katıldı. Söyleşinin moderatörü Gazeteci Celal Başlangıç açılış konuşmasında Türkiye`deki medya ve basın özgürlüğü ile AKP dönemindeki `yeni` medya anlaşıyına vurgu yaptı. “Basın özgürlüğü kamuoyunun bilgi alma hakkıyla ilgili bir şeydir” diyen Başlangıç, “Birkaç çeşit medya grubu oluşmaya başladı. Önceden `satılmış medya` denirdi, şimdi başbakana yakın iş adamlarının satın aldığı bir medya var. Bir satın alınınlar var, bir de teslim alınanlar var. bunların da sayısı giderek artıyor ve teslim olmayanlar gelecekçe çok az kalacak. Ama satın alındıkça, teslim alındıkça, gazetelerin etkisi de giderek azalıyor. Şuanda Türkiye`de 4-5 milyon civarında gazete satışı var. Türkiye`nin 60 yıllarda nüfusu 40 milyon iken 3 buçuk milyondu gazete satışı. Bugün 5 milyona yakın bir gazete satışı görünüyor ki bunun da neredeyse 2 buçuk milyonu şişirmedir. 340-350 bin gördüğünüz Sabah Gazetesi`nin gerçek trajı 119 bindir, 120-130 binlerde gördüğünüz Star gibi gazetelerin gerçek satışı 19-20 binlerdedir. Bunlar kamudan para devşirmek için kullanılır. Etkileri yoktur ama parayı tahsil etme konusunda çok etkilidirler” ifadelerini kullandı.

 
 
 
“AKP döneminde özgürlük geriledi”
Başlangıç, son 12 yılda basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye`nin 90`lardan 150`lere kadar düştüğünü ifade ederek, “Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde TRT`de Tayyip Erdoğa`a ayrılan süre 539 dakika, İhsanoğlu`na ayrılan süre 165 dakika, Selahattin Demirtaş`a ayrılan süre 0 dakika. Bizim vergilerimizle oluşmuş böyle bir medya organı var. Yani bizim vergilerimizle, bizim paralarımızla havuz medyaları oluşturuluyor, basın özgürlüğü ortadan kaldırılıyor, diğer yandan devletin televizyonu iktidarın borazanı haline geliyor ki, bizim paralarımızla oluşturdukları düzenle bizim basın özgürlüğümüzü ortadan kaldırıyorlar. Yani kamuoyunun haber alma hakkını aslında ortadan kaldırıyorlar. AKP iktidara geldiğinde Türkiye basın özgürlüğü konusunda 90`lardaydı, geçen 12 yıllık süre içinde 150`lere kadar düştü” şeklinde konuştu.
 

“Algı kırılması 2011`de oldu”
“Türkiye`ye biraz dünyadan bakalım. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı uzun bir süre, iktidara geldiği 2002`den itibaren oluşturmuş olduğu dünyadaki olumlu imajın ekmeğini yedi” diyen Basın Enstitüsü Derneği (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkanı Gazeteci-yazar Kadri Gürsel, konuşmasında “Biz basın özgürlüğü aktivistleri olarak medyanın giderek artan şiddette bir baskı altına girdiğini anlatmakta zorlandık. Bu birkaç yıl sürdü. En ağır şiddette baskı aslında 2008`de başladı. Biliyorsunuz Deniz Feneri haberlerinin yayınlanması üzerine, ki bunlar rutin haberlerdir, bunu atlamak gazetecilik ile bağdaşmazdı. Şimşekler öncelikle Doğan Grubu`nun üzerine yöneldi, boykot çağrıları başladı. Biz bu boykot çağrıları üzerine gittiğimizde AB Avrupa Parlamentosu temsilcileri ve yetkilileri, biraz da abartarak söyleyeceğim ama sanki söylediklerimizi anlamamakta ısrarlı olan duvarlara konuşuyorduk. Çünkü, Türkiye`deki ana akım medyanın ünü çok da parlak olmadığı için iktidarın da bu konuda başarılı bir propaganda ve zemin hazırlığı da söz konusu olduğundan medyanın da günahları sürekli gündeme getiriliyordu. Böylece biz mesajımızı ulaştırmakta zorluk çekiyorduk. Ne oldu ondan sonra? Hapisteki gazetecilerin sayısı önemli ölçüde arttı, bir ara 100`ü geçti. Arkadaşlarımız Nedim Şener ve Ahmet Şık`ın 2011`in şubat ayında Oda Tv`den sonra tutuklanmaları ile ipler koptu, bir algı kırılması yaşandı. Hatta bütün algı tersine döndü. Binlerce gazeteci sokağa indi ve bir paradigma çöküşü yaşandı” ifadelerini kullandı.

Rakamlar ne diyor?
Gürsel, “Burada sözü Freedom House`un her sene 3 Mayıs`ta yayınladığı basın özgürlüğü raporuna getirmek istiyorum. O tarihten bu güne basın özgürlüğü konusunda Türkiye, sürekli bir düşüş eğilimi izledi. Freedom House 21 kriterde, değişik puanlarla bir rapor hazırlıyor. Mesela `medya yapısı şeffaf mı?` diye soruluyor yahut `Hapisteki gazetecilerin sayısı?` ya da `Gazeteciler görevlerini yapmakta engelle karşılaşıyorlar mı?` diye sorular soruyor ve olumsuz puan ne kadar artarsa ülkelerin de bu kriterler açısından konumları o kadar kötüleşiyor. En son yapılan açıklamada Türkiye, `Özgür olmayan ülke` konumuna indirildi, 197 ülke arasından 134`üncü sıraya düştü, bir yılda 6 puan daha kaybetti. 6 puan kaybetmesinin nedeni Gezi olayları ve 17 Aralık`tan sonra yaşananların bu kriterler konusunda Türkiye`nin olumsuz puanını yükseltmiş oldu. Türkiye, basını özgür olmayan bir ülkedir, Türkiye`de basın özgürlüğü yoktur. Türkiye basın özgürlüğü olmadığı için 2008`deki Deniz Feniri hadisesinden sonra ana akım medyada bir tane bile yolsuzluk haberi okumadık. Sadece Kemal Kılıçdarooğlu iki AKP`li siyasetçinin politik kariyerini bitiren bazı dosyaları ortaya koyduğunda yazıldı, çizildi. Ama hepsi o kadardır. Peki Türkiye`de yolsuzlukların olmadığına inanmamız mümkün müydü? Mümkün olmadığını 17 Aralık`tan sonra gördük. Türkiye`de hiç yolsuzluk yokmuş gibi bir tablonun resmedilmesi, milli iradenin serbestçe, dengeli bir şekilde oluşmasına katkıda bulundu mu? Hayır. Bu yolsuzluk haberlerinin olmaması bile Türkiye`deki pekçok şeyi açıklayan bir durum” dedi.
 
 

“Seçimlerde de adalet yok”
“Türkiye`de muhalefetin ana akım medyaya erişimi sürekli baskılandığından, sürekli kısıtlandğından seçimler adil olmamaktadır” diyen Gürsel, “Seçimlerin serbest ve adil olmadığı bir yerde demokrasiden söz edemeyiz. Dolayısıyla Türkiye`deki demokrasi topal bir demokrasidir, sorunlu bir demokrasidir. Bu bir kriter, ikincisi de medyanın özgür olmadığı bir yerde kamuoyu serbestçe oluşup, milli iradenin sağlıklı bir biçimde tecelli etmesine imkan sağlamadığından, sandığa da sağlıklı yansımaz. Çok açık. O zaman da sağlıklı bir tercih ortaya çıkmaz, sağlıklı bir tercih de ortaya çıkmadığında, siyasi istikrar, ekonomik büyüme, toplumsal denge gibi pek çok alanda olumsuz sonuçlar verir. Demokrasi sorunları çözemez hale gelir. Demokrasinin esası, iktidarın sağlıklı bir biçimde değişiminin sağlanmasıdır. Eğer mevcut iktidar milli iradenin esası ve temeli olan basın özgürlüğünü sürekli baskılıyorsa, muhalefetin medyaya erişimini engelliyorsa, haberciliği baskılıyor ve onu ortadan kaldırıyorsa, gazetecilik yapılmasını engelliyorsa, o zaman sağlıklı bir kamuoyu oluşmaz. Sakat bir milli iradenin sonucu olarak da demokrasinin esası olan iktidar değişimi meydana gelmez. Basın özgürlüğü gazetecilerin zırvalama, saçmalama özgürlüğü değildir, tam tersine basın özğürlüğü su ve ekmek gibi halkın özgürlüğüdür” şeklinde konuştu.

“Gazetecilik kahramanlık değildir”
Basın özgürlüğünün olmadığı Türkiye`de, gazetecilerin kahraman gibi görüldüğünü ifade eden Gürsel, “Türkiye`de uzun yıllar hapisteki gazetecileri konuştuk. Neyse ki şimdi sayıları eskisi gibi yüzlerde değil, çok daha az, hatta hapiste gazeteci kalmadığını savunan örgütler bile var. Bugün Türkiye`de en büyük sorun, sansür, otosansür ve gazetecilerin güvenliğidir. Sansürün ne olduğunu hepimiz biliyoruz, otosansürün de gazetecinin kendisine uyguladığı sansür olduğunu biliyoruz. Gazetecinin güvenliği konusunu biraz açmak lazım; öncelikle gazeteci haber yaptığı zaman işini kaybetme tehdidi ile karşı karşıya mı? Evet. Türkiye`de gazeteciler asli görevleri olan haberciliği yaptıklarında işlerini kaybetme riskini taşırlar ve kaybederler. Gazeteci görevini yapabilmekte midir? Hayır. Yapamamaktadırlar. Gazeteciler dövülmektedir, sakat bırakılmaktadırlar, tacize uğramaktadırlar, gözaltına alınmaktadırlar. Türkiye`de gazeteciler, basın özgürlüğünün olmaması nedeni ile kahramanlıkla özdeş bir iş haline gelmiştir ki bu, demokrasi açısından ayıptır, utanç vericidir” sözleri ile tepki gösterdi.

 
 
 
 
“Bu Sabah, o Sabah değil”
Radikal Gazetesi Muhabiri-Gazeteci İsmail Saymaz ise konuşmasına 2`inci Meşrutiyet yıllarında anlattığı 24 Temmuz günlü anektodla başladı. “Aslında yüz yıl önceki Sabah böyle değildi” diyen Saymaz, “Bundan yüzyıl önce sansürün kaldırılışının yıldönümü olarak kutladığımız 24 Temmuz`da o isyan bayrağını kaldıran Sabah Gazetesi`ydi ve başında da Mihran Efendi diye azınlıktan bir vatandaşımız vardı. 2`nci Meşrutiyet`in ilanı için gazetesini hazırlarken, gelen zabitleri kovup gazeteyi çıkarmış, ertesi gün 2`nci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Fransız Devrimi`nin sloganı eşitlik, özgürlük, adalet, Osmanlıcası ile Hürriyet, Musavat, Adalet ve uhuvvet, yani bir de kardeşlik eklenmişti. Osmanlı topraklarına özgürlüğü getiren bayrağı aslında o kaldırmıştır. Sabah Gazetesi`nden Mihran Efendi kaldırmıştır. Biz yüzyıldır Mihran Efendi`yi arıyoruz aslında. 2`nci Meşrutiyet daha bir yılını doldurmadan iki gazeteciyi öldürdü. İttihat ve Terakki kendi ceberrut rejimini iki gazetecinin ensesinden vurulması ile kurdu. Her ceberrut rejeminin kendi gazetecisi vardır ve onu inşa ederler” ifadelerini kullandı.

AKP dönemindeki torba davalar!
Gazeteci İsmail Saymaz, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki dönemlere ve bu dönemlere ilişkin gazeteci profillerinden örnekler vererek, iktidarların hangi ölçüde ve nasıl bir gazetecilik istedikleri ve bunu nasıl yarattıkları noktasında anektodlar anlattı. Akıcı anlatımı ve satır arası mesajları ile dinleyicilerin ilgisini gören Saymaz, “AKP ve Gülen Cemaati arasında bir tür muhafazakar oligarşi kuruldu. Ve onların `askeri vesayet` dediği, onların `darbe dönemi` dediği, kendisinden önceki döneme ait evreye `eski Türkiye` dediği, bu dönemle hesaplaşmak adına polis merkezleri ve adliyeler dönüştürülerek devletten topluma doğru bir terör yaratıldı. Öyle bir terör yanılsaması yaratıldı ki, AKP iktidarının otoritesine, Gülen Cemaatinin otoritesine karşı her eylem, davranış ve düşünüş biçiminin bir terör suçu olduğu adeta ilan edildi. Öyle ki Fethullah Gülen aleyhinde olaki kitap yazarsanız teröristsiniz! Bu dönemde kamudaki ayrı inancından dolayı ya da laik eğilimli askerlerin tasviyesi için torba davalar oluşturulmuştur; Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalar, bir yanıyla sosyal alanı kurutmak üzere KCK ve Devrimci Kararga gibi davalar, ekonomik piyasaları elinde tutmak üzere şike davası gibi davalar oluşturulmuştur. Toplum davalarla, toplum polis merkezlerinden doğru yönetilmiştir. Geçmişti nasıl 28 Şubat vari, omzunda ki yıldızlara istinaden ayakta duran bir grup paşa toplanıp, toplumu yetiştirilmesi gereken bireyler ve kendilerini de onların hamisi gören bir algı varsa, o algı nasıl yıkılması gerekiyorsa ki gerekiyordu, bu zorbaca yollarla yapıldı, o otorite alındı ve polise verildi. Polis merkezleri, terörle mücadele şubeleri, istihbarat şubeleri Gülen Cemaatine teslim edilmiş olan, güvenliği dinle eşitlemiş olan, en dindar toplumu en güvenli bir toplum olarak gören bir zihniyete teslim edildi. Bu perspektife sahip polisler eliyle, bu ikili iktidar yapısının tehdit gördüğü her unsur bir terör davasının içine yazıldı. Eskiden, Devlet Güvenlik Mahkemeli döneminde de böylesi abzürt davalar vardı, ama hiç kimse ait olmadığı örgütten yargılanmadı. En azından bir örgüt vardı, bu dönemde bazen örgüt bile olmadı. Böylesi bir dönem geliştirildi. Örneğin siz Hanefi Avcı gibi eli solcu kanına bulaşmış bir polis şefini, eli polis kanına bulaşmış bir solcu örgütten yargılandığını göremezdiniz. Bu dönemin alameti farikalarından biri budur. Bu dönem, insanların karakola düştüğü anda örgütünü öğrendiği dönemdir. Bu dönemin de bir gazetecisi vardır. Bu dönemde, adliyedeki hakim neyse, savcı neyse, polis şefi neyse gazetecisi de odur. O kadar alık ve algıdan ve diyalektik bakıştan yoksundur ki, polis şefleri fezlekelerin dışında bir de haber yazmışlardır” dedi. Panel sonunda okurları ile fotoğraf çektirmeyi ihmal etmeyen Gürsel ve Saymaz ile Gazeteci Celal Başlangıç`a Çanakkale Belediye Başkan Yardımcısı Rebiye Ünüvar tarafından birer buket çiçek verildi.

Paylaş